James Bond’un Özsaygısı Başkötü’nün Mutlak Gücüne Karşı

“When I grow up I want to be a James Bond villain-II” by Ben Jelfs
benjelfs.com

Mutlak güç, mutlak saygı bulsa…

Saygı, parayla veya güçle satın alınabilen bir nesne olsaydı James Bond işsiz kalırdı. Bond’un her seferinde dünyayı Başkötü karakterin elinden kurtarabilmesinin sırrı, son anda bile Başkötü’ye saygı duymayışında aranmalıdır. Bond, Başkötü’ye hiçbir koşul altında saygı göstermeyecek bir varoluş biçiminin kanlı canlı halidir. Başkötü, Bond kendisine saygı duysun ve bu saygıyı herkesin önünde göstersin diye şansını o kadar zorlar ki saat gibi işleyen planını kendi eliyle bozar ve nihayet kendi geri sayım işleminin kurbanı olur.

Saygı görme ihtiyacı Başkötü’nün ruh dehlizlerini biçimlendirmiştir. Yerine başka bir nesne verilerek avutulamaz. Dünyayı ele geçirme hırsına denk bir teçhizat ve tertibat yönetme becerisine sahip Başkötü’nün nihai hedefi zenginlik değildir. Yerin, denizin, uzayın derinliklerinde akıl ermez ince işler çevirebilen bu karakter, para pul meselesinin icabına bakmış bir şekilde karşımıza çıkar. Bir kısım karanlık askeri-siyasi-mali odaklara “dünyayı ortaklaşa ele geçirme ve yönetme” hayalini satarak projesini finanse etmiştir.  Her ne alet edevat lazımsa almış, yaptırmış, ele geçirmiştir. Her kim bilgili-becerikli insan lazımsa onun da feriştahını bulmuş, kimini parayla, kimini tehditle, kimini de entrikayla işin başına oturtmuştur. İcabı halinde eski sadakatleri ve ihanetleri de hizmete koşmuştur. Oyun basittir. Karanlık odaklar az bir yatırımla servetlerine servet, güçlerine güç katacaktır. Dövüş danışıklıdır. Taraflar memnundur.

Lâkin, ele geçireceği dünyayı başkalarıyla paylaşmaya hiç de niyetli değildir Başkötü. Ortakların zenginlik ve güç anlayışları sıradandır; basit kişiliklerini oyalayacak gündelik ihtiraslar, ucuz zevkler ötesinde bir ufka bakmazlar. İşin sonunda bu aşağılık budalaları safdışı edecek büyük plan daha baştan hazırlanmıştır. Başkötü, paylaşmayı vaat ettiği gücün tamamını kendisinde toplayacak ve dünyanın tek hâkimi olacaktır. İşte o zaman herkes ama herkes onun ne üstün bir yaradılış olduğunu idrak edecektir. Dünyayı ele geçirdiğinde, hak ettiği saygıyı niçin hak ettiğini bütün dünya anlayacaktır. Anlamak istemeyenler bedelini ödeyecektir. Kimse onun karşısında bacak bacak üstüne atmayı veya kaşını kaldırmayı aklından geçiremeyecektir.

Başkötü, ‘çok güç’ değil ‘mutlak güç’ peşindedir. Mutlak güç istemi, radyo piyeslerine ilham veren tesadüfi yoksullukların, ihtiyari sevgisizliklerin, arızi terkedilişlerin telafisiyle açıklanamaz. Dünyevi ihtiyaçları karşılamak, mevsimlik ruhsal çalkantıları dindirmek, hatta aynı zorlukların bir daha tekrarlanmamasını sağlamak için bu miktar güç anlamsızca fazladır. Mutlak güç, Başkötü’nün travmasıyla mutlak şekilde hesaplaşabilmesi için gereklidir. O travma ki sebebinden de içeriğinden de kopmuştur. Herkesin başına gelebilecek o kötü şey, Başkötü’nün başına geldiğinde mevcut ve muhtemel bütün anlamlarından sıyrılmış, saf biçim halini almıştır.

Başkötü’nün travmasını travma yapan başına bir travma gelmesi değil, herhangi bir travmanın onun başına gelmesidir. O öyle yüce bir yaradılıştır ki travma ona uğramış olamaz. Bu saygısızlık ona, yani ‘O’na nasıl yapılmış olabilir? Bu yüzden Başkötü’nün travmasıyla hesaplaşması terapiyle sağlanamaz. Ne öyle bir terapi vardır ne de öyle bir terapist! Bu travmayla hesaplaşmanın sadece ve sadece tek bir yolu vardır ve o yol dünyevi değil uhrevi bir yoldur: Travmanın hiç olmamış olmasını sağlamak!

Travma, üflenerek temizlenen toz olsa…

Başkötü, herkesin olmak istediği kişi olarak başlamıştır hayata. İnsanın en temel arzusuna – arzulanmak arzusuna – hiç de sapa yollarda oyalanmadan bir defada erişmenin otoriteye mutlak itaatten geçtiğini çok erken keşfetmiştir. Bunun dışındaki tüm yollar dolambaçlıdır ve hayal kırıklıkları diyarında son bulmaktadır. Oysa otorite, daha işin başında kişiye  mutlak şekilde arzulanacağının garantisini vermektedir. Başkötü’nün seçilmiş kişi olduğuna inanmasının kaynağı, hayata bu arzu ülkesinin veliahtı olarak başlamış olmasıdır.

N’eylersin, radyo piyeslerine ilham veren tesadüfi yoksullukların, ihtiyari sevgisizliklerin, arızi terkedilişlerin biri gelip buluvermiştir bu harika çocuğu. Otorite, vaadini gerçekleştirmemiştir. Önünde iki seçenek bırakmıştır bu travma: Ya özgüvenini daha gerçekçi olarak yeniden inşa ederek otoriteyle arasına mesafe koyup kendisine öğretilenlerin ötesindeki varoluşları keşfetme cesareti gösterecek ve böylece büyüyecektir… ya da kendisini hayal kırıklığına uğratan otoriteyle tamamen özdeşleşerek bütün dünyayı bu yaralanmış özgüvenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyecek ve güdük bir arzunun yavanlığından ibaret renksiz bir dünyanın tek boyutlu mutlak hükümdarı olacaktır.

Kaygının arzuyla – arzulanmak arzusuyla – birleştiği o tehlikeli kimyadır Başkötü’nün gücünün sırrı: Herkes mutlak şekilde arzulanmayı arzular. Bunu en iyi bilen Başkötü’nün kendisidir. İşte o mutlak güç, herkesin peşinde olduğu bu mutlak arzunun merhametli dağıtıcısı olmak için şarttır. Başkötü kendisinin sıradan bir ölümlü olmadığına, seçilmiş bir kişi olduğuna, üzerine misyon yüklenmiş bir peygamber olduğuna inanmıştır. Kara bir peygamberdir o! Öğrenmesi gereken bir şey yoktur, her şeyi bilmektedir, çünkü mutlak güç herhangi birinin değil ancak doğuştan tayin edilmiş olanın başına konar. Başkötü, işte o kişidir. Demek ki bütün dünya onun yolundan çekilmeyi öğrenecektir. Bir daha hiçkimse ve hiçbir şey onu yaralayamayacak, ezemeyecek, ihmal edemeyecek, kenara itemeyecek, görmezden gelemeyecektir. Bize düşen Başkötü’nün seçilmiş kişi olduğunu huşuyla kabul etmektir. Kabul etmeyen, aynı sebeplerle, manzaradan silinecektir.

Başkötü’nün, daha fikir aşamasından itibaren, tarihi de talihi de en olmayacak şekilde zorlaması bundandır. Seçilmiş kişi olduğunu tüm dünyaya ezberletmesine ramak kalmıştır. O ramak, James Bond’dur. Başkötü için Bond, seçilmiş kişiye saygı duymak ve bu saygıyı alenen göstermek zorunda olan herkestir. Projesi, ancak Bond’un tanıklığıyla gerçek bir başarıya ulaşacaktır. Bu yüzden Bond’u sağ ele geçirir. İzleyiciye saç baş yolduracak bir seri saçmasapan hatanın başlangıcı burasıdır. Hep birlikte bu ahmaklıklara gülüp geçerken, Başkötü, son saygı uyandırma ihtimallerini de kendi eliyle yok eder. Öyle ki tam her şey yolunda giderken – görülmesi umulan saygının zuhur etmemesi sebebiyle – Başkötü emellerine vasıl olamaz ve mutlak şekilde mahvolur.

Ah şu James Bond bu kadar kaygısız olmasa…

James Bond Başkötü’ye saygı duymaz. Göstermelik bir saygı işaretini bile esirger. Finale doğru, son üçte birlik kısımda – Bond’un ele geçirilmesinden itibaren – Başkötü Bond’un saygısına muhtaç bir zavallıya dönüşürken Bond hepimizin hayranlığını kazanır. Ölümle dalga geçen Bond, kötülüğün panzehirinin serinkanlı bir tebessümden ibaret olduğunu kanıtlar. O kesişme noktasında kiminle özdeşleşeceğimizi seçeriz. Başkötü’nün saygı duyulacak bir kişilik, özenilecek bir karakter olmadığı benliklerimizin aynasında beliriverir. Hepimiz Bond’un tarafında yer alırız, aksi imkânsızdır.

Zulüm ile abad olmaya kalkışan herkesin akıbetini berbat edecek – ya hazırda bekleyen ya da er geç ortaya çıkacak – bir Bond mutlaka vardır. Çünkü saygı, sadece Başkötü’nün ve onun şahsında tüm kara peygamberlerin arzu nesnesinden ibaret değildir. Her varlığın en temel ihtiyacıdır. Başkötü’nün mutlak saygı görme arzusuna kurban edilmek istenen her bir kişinin özsaygısı Bond’un şahsında cisimleşir ve Başkötü’nün karşısına dikilir.

Özsaygı, Başkötü’nün bilmediği, tanımadığı bir saygı kipidir. Başkötü, ancak ve ancak mutlak güç elde ettiğinde kendisinin saygı duyulabilecek bir kişi olduğuna kanaat edebilir. ‘Başkötü’ niteliğinin rastgele sevgisizlik veya terkedilmişliklerle açıklanamayışının sebebi budur. Özsaygıdan o kerte habersizdir ki o boşluğu ancak bütün dünyanın saygısını elde ederse doldurabileceğini zannetmektedir. Güç elde etme kabiliyetlerini keşfettiğinde seçilmiş kişi olduğuna ikna olması uzun sürmemiştir. Mutlak saygıyı hak etmiyor olsa mutlak güce sahip olacak yetenekler kendisine niçin bahşedilmiş olsun! Bu sanrılı iman öylesine yaygın, şiddetli, ve derin bir kaygı halidir ki eliyle yaktığı mahvoluş yangınını dışarıdan söndürecek hiçbir teselli hamlesine veya kendi içinde söndürecek hiçbir sağduyu kımıldanışına geçit vermez.

Başkötü’nün yoluna taş koyan, ona saygı duyup duymamakla ilgilenmeyen herkestir. Kendi öz benliğinin bütünlüğünü, bu bütünlüğü sağlamaya harcadığı çabayla oluşturmuş her kişidir. Bir kez daha asl’olan kişinin kendi elinin emeğidir. Bunu öğrenmemekle kalmayıp öğrenmeyi de reddetmiş Başkötü ise kopyacı öğrenci misali başkalarının kiralık saygılarından kendisine bir saygınlık devşirmeye çalışmıştır. Bu derme çatma yığın ne kadar büyük görünürse görünsün hakiki özsaygı hamleleri karşısında dayanıksızdır. Hele ki karşısına çok denenmiş bir özsaygı çıkarsa tamamen yıkılması kaçınılmazdır. Bond’un esas marifeti, teknolojik oyuncak kullanma becerisi değil özsaygısının defalarca ve en zorlu yollardan sınanmış olmasıdır. Siz bakmayın onun filim icabı hükümetin adamı gibi gösterilişine. Hiçkimsenin adamı değildir o!. Serbest ajanların kralıdır. Sadece kendi hesabına çalışır. Özsaygısına halel geleceğini hissettiği anda hükümeti de tanımaz!

Ekrem Düzen

Yorumlayınız:

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: