Her şey o Şey değil de Başka bir şeyken…

Bu deneme, Metin Solmaz editörlüğünde hazırlanmış ve Ağaçkakan Yayınları tarafından 2016 yılında basılmış “Ne Olacak Bu Memleketin Hali” adlı kitapta yer almaktadır.

Dün

İlkokul birden ikiye geçtiğim yıl mahalleden taşındık. Öyle olunca biraderle benim mektep de değişti. Daha doğrusu önce mektep değişti de biz öyle anladık taşınacağımızı. O mahalleye de geleli iki sene olmuştu. Yani zaten hareket halindeydik. Tuhaf bir şey yoktu. Tuhaf olan pederin yaptığıydı. Okul değişince, biri beni götürüp bir öğretmene teslim edecekti ki başlayabileyim. Kendi kendime gidecek halim yoktu ya. Birinci sınıfa öyle başlamıştık. Veliler sınıflara kadar girmiş, sıralarda çocuklarının yanına oturmuş, bazıları ilk birkaç günü sınıfta beraber geçirmişlerdi. Neyse ki benim yanıma oturmaya kalkmadılar.

Yeni mektebe başlamam hiç de böyle olmadı. Üstüne süveter giysen de olur giymesen de bir Sonbahar günündeyiz. Babamla yanyana yürüyoruz. Bu kez etrafta benden başka önlüklü yok. Okulun çift kanatlı bahçe kapısını geçtik. Babam kapıyı geçip devam ettiği için sesimi çıkarmadım. Öğretmen kapısı olduğu belli demir bir kapının önünde durduk. Babam ceketinin cebinden küçük bir kağıt parçası çıkardı. “Bak,” dedi; “bu sınıfın, bu da öğretmenin adı, tamam mı!” Kafamı salladım, öğretmene selam verir gibi. “Haydi,” dedi; “sınıfın kapısını çal, adını söyle, öğretmene bu kağıdı göster.” Yine kafamı salladım. Gitti.

Adam resmen gitti. Şaşırdığımı söyleyemem. Demir kapıdan girdim. Bir müstahdem uzun saplı geniş bezli bir paspasla yerleri siliyordu. “Ben burada okuyacakmışım;” dedim. Sonradan adını öğrenip bir daha unutmayacağım sevgili müstahdem kafasıyla bir kapıyı işaret etti: 2-C. Ben de müstahdeme kafa selamı verdim. Kapıyı vurdum. İçeriden öğretmen sertliğinde bir “Gel!” işitildi. “Benim adım,” dedim, “Nebi Ekrem Düzen, ben bu sınıfta okuyacakmışım.”

Bugün

O günden 10 yıl sonra, yine süveter giysen de olur giymesen de bir Eylül günü ODTÜ kapısındayım. Küçük şehri sonsuza dek ardımda bırakmış olmanın heyecanıyla kayıt yaptırmaya gitmişim. Kampüste bir uzay üssü havası var. Hem kendine dönük hem dünyaya açık. Ferah. O ilk andaki hissim bugün de aynı. Biraz sonra evraklarımı teslim edeceğim ve hayat sonsuza dek değişecek.

Bir tuhaflık seziyorum fakat. Öğrenci İşleri binasına yaklaştıkça artan bir uyumsuzluk. Neden sonra mevzuya aydım. Ortalıkta benim gibi kayıt yaptırmaya gelmiş onlarca, yüzlerce taze üniversiteli var, doğal olarak. Var da, bu insanların bir kısmının yanında ana-babaları da var. Hiç de az olmayan bir oranda. Kabaca üçte bir diyebilirim. Ne işi var kazık kadar üniversite öğrencisinin yanında ana-babasının? Hiçbir anlam veremiyorum. Nasıl olur da üniversiteye gelmiş biri kayıt sırasında ana-babasını yanında taşır? Ayıptır, insan bunu kendisine nasıl yakıştırır?

Tam olarak böyle düşünmüştüm. Bugün de tam olarak böyle düşünüyorum. Tabii artık ‘kural’ olmuş bir hali ayıplıyorum. Elbette bazı durumlarda bir üniversite öğrencisinin yanında ana-babasıyla kayıt yaptırmasını gerektirecek sebepleri olabilir. İnsanlık hali. Yetişkinlerin de yanlarında refakatçilere ihtiyacı olur. Mesele, böyle bir ihtiyacı olmayanların – hatta başkalarına refakat etmesi gerekenlerin – yanlarında ana-babaları olmadan basit bir üniversite kaydını bile yapamaz hale gelmiş olmasında.

Bugün de bu gelenek sadece kayıt sırasında değil, üniversite tanıtımı denen pazarlama faaliyeti sırasında da son derece canlı ve renkli şekilde sürdürülüyor. Maksat çocuğa uygun bölüm seçmek değil. Ana-baba kendine uygun bölüm seçiyor. Sınav puanı kaç para maaş ediyorsa çocuk o bölüme yazdırılıyor.

Yarın

Bu günden sonra ne olur? Kötü olur. Bizim ülkemizi tarif eden özelliklerden biri, hiçbir bilginin ve hiçbir güzelliğin amaç olamayışıdır. Bir şey daima başka bir şey içindir. Okul meslek içindir. Meslek para içindir. Para konfor içindir. Konfor sosyal statü içindir. Sosyal statü de kendini bir şey sanmak – iyi bir şey sanmak – içindir. O gün moda olan, revaçta olan, popüler olan, trend olan, ama en önemlisi çok kazandırdığı zannedilen ve bu yüzden herkesin sıranın önüne geçmek için birbirini çiğnediği neyse o seçilmektedir.

Bu bir seçim değildir. Seçim olabilseydi, yeni seçimlerle yanlışlardan dönülebilir, insanlar da şeyler de olmaları gereken üretken ve yaratıcı konumlara gelebilirdi. Evrimden anlamayan biyologlar, biyolojiden anlamayan psikologlar, psikolojiden anlamayan matematikçiler, matematikten anlamayan hukukçular, hukuktan anlamayan mühendisler, mühendislikten anlamayan tasarımcılar, ve tasarımdan anlamayan işletmeciler para kazanamaz, gerçekten aç kalırdı.

“Eğitim şart!” her derde deva bir slogan olamıyor. Araçsal olmaktan kurtulmadıkça eğitim yoluyla herhangi bir bilgi üretmek veya güzellik yaratmak eğitimin doğasına ters.

Merak duygusunun daha doğmadan öldürüldüğü bir ülkedeyiz. Hiçbir şeye hayret etmiyor fakat her şeyi garipsiyoruz. Hiç kimseye hayranlık duymuyor fakat herkese haset ediyoruz. Belki de merak, hayret, ve hayranlık bu topraklarda hiç yeşermedi. Yeşereceği yer üniversiteler olabilirdi. Eğer kayıt yaptırmaya kendi başına gidebilen ve kendi okuyacağı bölümü kendisi seçebilen üniversite öğrencileri olabilseydi.

Ekrem Düzen

Yorumlayınız:

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: