Seyir Defteri – Gayrıresmi Jurnal

Sen de ben gibi ihtiyar olasın
İstanbul, Haziran 2005

Bir akşam İstiklal’de belamı arıyorum yine. Gencim tabii o zamanlar. Jiletçiler, tinerciler önümden kaçışıyor, o kadar bıçkınım yani. Hem alaturka hem alafranga takılan bi mekana seğirtiyorum. Bizden üç beş kopuk orda demlenip sağa sola bulaşıyormuş. Eksikleri benmişim. Bulunmaz hint kumaşından gömleğim sırtımda, mekanın sokağına daldım. Düz çıkanına değil de yan çıkanına. Daha dar bi geçiş var ya, işte o aradan. Diğerinde illa ki taksicilerle kapışmak gerekiyor, o akşam da kimseye hırlayacak havam yok, kenardan yengeçliyorum. Ora hıncahınç, bura tenha, benden başka bilemedin iki üç kişi daha sokakta. Baş yukarı fakat kimseyle kesişmeden hıldır hıldır yürüyorum. Mekana varınca keseceğim raconları çeviriyorum kafamda. Az ileride sağda bi bakkal var, hani şu yarı bodrum, yerine göre büfe, tekel, hatta ilk yardım istasyonu olanlardan. Tam bakkalın hizasından geçecekken bakkal abinin de kapı önüne çıkası gelmiş. Yarı bodrum katın iki basamak merdiveninden sokağa hopladı, kollarını iki yana açıp geniş geniş esneyerek huaoğğğhhh diye ünledi. O an ister istemez göz göze geldik. Saçları yakışıklı kırlaşmış, rakı göbekli, tıknaz bir güzel abimiz. Ben tam gözlerimi kaçıracağım, abinin dikizler bana sabitlendi, esnerken iki yana açtığı kolları bir an havada asılı kaldı, yön değiştirdi, aniden iki kolun ikisini birden bana doğru sanki yuhalayacak gibi sallayıp “Sen de ben gibi ihtiyar olasın!” dedi.

Aramızda üç adım var yok. Üç adım dediğin en fazla yarım saniye. Bütün zamanımız o kadar. Ömrümün en az yarısını ahmaklıkla geçirdim ama hiç o anki kadar bomboş ve salak hissetmemiştim kendimi. Tam “n’oluyoz la” diye kabaracakken rabbim halime acıdı da gökten bi feraset indirdi üstüme, o zor geçişin o dar anında. Güzel abim bana, bir insanın bir insana dileyebileceği en şahane dileği dilemişti, içtenliğin dibine vurarak. Sağ elimi sol böğrüme bastım, gözlerimi yere indirdim, hatta belden de hafif kırıp baş eğdim abiye, hiç gözüne sokmadan bir “eyvallah” çekerek..

Mart 2001, Ankara

Kızılay’ın ek binalarının birinde bi getir götür işimiz var, Suat başganıma angarya bindirmişler, terslenmeyi kendine yakıştıramamış, elinden bi kaza çıkacak olursa tutayım diye beni yedeğine almış, kapıdan birşey bırakıp kaçacağız. Benim biraderin Reno 9 altımızda, birader Istanbul’da, araba bana çalışıyor hesabı, nasıl olsa dakka bile durmayacağız diye dörtlüleri yakıp hafiften kaldırıma atlayarak yarım park yaptım, Suatım hemen zıpladı, ben kontağı kapatana kadar kapıdan içeri girmişti bile. O gelesiye bi cigara yakayım diye ben de arabadan inmeye davrandım. Mart soğuğu var ama hava pırıl pırıl, tam cigaralık.

Kapıyı açıp bacağı dışarı attım derken, kapının iç cebi ne zamandır yuvasından oynak, bi türlü elim varıp yerine sabitleyememişim, iki inişin birinde dizimi çarpıp yerinden çıkarıyorum, her seferinde de kendi üşengeçliğime kalayı basıyorum, biraz da arabayı yamuk parklamanın suçluluğuyla, hiç huyum değildir, herkes yapar ama ben de her yapanın gelmişine geçmişine okurum, fırsat düşerse kavga da ederim, işte o anın telaşıyla, dizimi yine cebe taktım, içinde ne varsa dökülüp saçıldı kaldırıma…

Kızılay binasının güvenlikçi-otoparkçı-bekçisi bi delikanlı kardeşimiz arabayı kaldırıma çıkarttığımızdan beri bizi süzüyor, benim sakarlığımı görünce hemen benle beraber toplamaya girişti, ben külü ufağı toplamaya çalışıyorum, eleman kasetlere odaklanmış, kıymetli mücevher gibi itinayla kaplarını birleştirip eşleştiriyor. Mahcup bir edayla “abi bize düşmez mi bunlardan” yollu mırıldandı, ben ondan mahcup “sana yarar birşey çıkar mı ki” diye mızıldandım, bir iki Pink Floyd, Roger Waters falan var, Arizona Dream var, al desem bi türlü, alma desem ayıbın ağababası… derken genç atıldı, “abi burda Neşet var, sen hala bişey çıkar mı ki diyosun” dedi, sesinin o talep etmeden sitemkar olabilen tonundan yerin dibine geçtim ama ne fayda… “yahu onun burada olduğunu bilemedim ben, bilsem hiç öyle der miyim” dedim, “yok abi, yanlış anlama yani” dedi, neyse ki beni daha fazla utandırmayıp zamanında geri çekildi, “yok canım, ne yanlış anlayacam” diye vaziyeti toplayıp “başkasına kaptırmak yok ama ha” diyerek kaseti eline toka ettim, helalleştik, “amma yaptın be abi” dedi, “var mı bende bunu kaptıracak göz!”

Temmuz 1998, Datça-Selimiye

Yaz geldiğinde Ankara’da yaşamanın ontolojik zorluklarına epistemolojik zorluklar eklenir. Şehriyle meşhur o soğuk, yerini, insanı kendinden bıktıran bir sıcağa terk eder. Kış boyu etmedik laf bırakmadığımız bu kuru derya, yaz vakti bizi kendi yanlışlarımızla başbaşa bırakır. Ola ki kusurumuzu fark eder de soğuğun ruhumuzdan sıyıramadığı pişmanlıkları sıcağın nedamet kapısında ter ter dökeriz. Heyhat, serde gençlik var. Demek ki pişmanlıklar ertelenebilir. Veya insan buna inanmak ister.

Yine işleri arkadaşlara yıkmıştık. Ankara’ya dönecektik. Minibüs tur bitimine dek Marmaris’te kalacaktı . Biz paşa paşa otobüse talim edecektik. Rahat durmayacağımızı sezdiler. İkimize de sinkaflı yeminbillah ettirdiler, “ne halt yerseniz yiyin ama arabaya dokunmayın, tur mazot parasını bile çıkartmıyor, ciğerinizi sökeriz” filan diye ağızlarının bir yarısıyla cebimizden bir yarısıyla vicdanımızdan söz almaya çalıştılar. Arkadaşlar dediysek, her biri kendi cinsinin haytası, bildiğin canciğerkuzusarması, öl dese öleceğin, peşinden cehenneme gideceğin ruh yaraları. Hissiyattan şüphe yok. İcraat elbette bambaşka. Serserinin kitabında sadakat, ateşe tutmadıkça belirmeyen gizli bir yazıdır. Yangın ortasında kalmadan kimin kime yar olacağı bilinmez.

He hü dedik. Tekne açıldı. En sırıtkan suratlarımızla arkalarından el salladık. Onlar da bize kafalarıyla beraber parmak salladılar. Cinfikir bana döndü, “Akşama da çok var;” dedi. “Ya,” dedim, “çok var, hem hava da yapış yapış.” Şapkasını bir iki çevirdi düzeltti, “Tur bitince minibüsün burada olması lazım;” dedi. “Lazımdır, hayat bir lazımlık zaten;” diye lafı dolandıracakken kısadan kestim; “sen onu bunu boşver, geri nasıl getireceğiz, onu söyle,” dedim. “Mazot paramız var mı?” diye sordu. “Ne parası lan” diyeceğime “para kolay” çıkıverdi ağzımdan; “sen lojistikten haber ver.” Şapkasıyla oynamaya devam etti, kafasını kaşıdı, “Selimiye’ye gidelim,” dedi. “Ne halt edeceğiz Selimiye’de, hem Selimiye aha şurası, neye derman” diye sordum. Gözlerini parlatarak, “Öyle değil la,” diye devam etti; “şimdi güzel güzel gideceğiz Ankara’ya, haftaya geleceğiz Selimiye’ye, ne zamandır kazı alanına gitmedim, hem görmek istediğim insanlar var; sonra da minibüsü getireceğiz buraya, hep beraber döneceğiz işte.” Dalga mı geçiyor diye gözlerimi kısarak baktım ama çoktan yedek anahtarları şıngırdatmaya başlamıştı. “Yani otobüse binmemek için koca minibüs iki kişi gidiş geliş mazot mu yakacağız, istersen yolda fırın sütlaç da yiyelim,” diye yoklama çektim. “Selimiye’yi görmen lazım oğlum, bak çok şahane olacak diyorum.”

Kendi arkadaşlarımızdan kendi arabamızı kaçırdık. Yamula doğrula Ankara’ya vardık. Hafta bitmeden Selimiye’ye döndük. Müthiş bir gündü. Görmesem olmazmış. Herkes anında çaktı ne olup bittiğini. Kalayın cilalısını yedik. Hiç de alttan almadık. Her günahın ardından itirafa koşturacak olduktan sonra n’eyleyim gençliği. Hem bizim işlediğimiz günahtan n’olur; deftere yazmaya kalksan kalemden çıkan mürekkep daha ağır çeker.

Mutlu Noeller Benzincisi
Aralık 1997, Ankara-Kaş

Ankara’dan çıkmışız, Afyon üstünden Kaş’a gidiyoruz. Yaradan, Küçük Asya bozkırını karla boranla güzelleştirmek dilemiş, biz de iradesine boyun eğmişiz, niye, çünkü Akdeniz’in suları donmuyor, bize hep sıcak o, kış kıyamet demeyip dalacaz, başımız göğe erecek.

Kafam bozuk, psikolocim yamuk, beden yorgun, lakin uyumak namümkün, yolunda gitmeyen bin tane mesele var, cep delik, ince mevzu desen fena halde sallantıda. E madem paran yok ne gidiyon la dalmaya diye sual edilecek olursa ben ekibin şöförü ve malzemecisiyim, dalmaya kalmaya para vermiyorum, bi yediğim içtiğim, onu da yarımşardan beş hallediyorum çakaloz hesabı.

Yol uzun, o sebepten şöför bir değil iki, birinci şöför olacak hırt hep Ankara-Afyon arasını alıyor, yolun gerisini bana kitliyor, alacağı olsun diyeceğim ama hesabı ödemeden çekip gitti pezevenk. Neyse, o da ayrı hikaye. Güya Afyon’a kadar biraz kestirmeye çalışıyorum ki gün ağarırken uykuya mağlup olup arabadaki günahsızları canından etmeyeyim. Bi ara uyandım, ha demek ki dalmışım, etrafa bakındım, Afyon’da her zaman durup mazot aldığımız istasyona gelmiş olmamız lazım diye sayıkladım ama kimse oralı olmadı, araba bembeyaz karanlıkta ilerlemeye devam etti. Ben arkadayım, öne seslenip uyuyanları ayar etmek istemedim, şöförlük eden beyzademiz çoktan bi manita kapmış, raconun birini bitirmeden ikinciyi kesiyor. La havle çekip kabanıma gömüldüm belki biraz daha dalar mıyım diye.

Eli kırılasıca Baldız’ın ensemden dürtmesiyle uyandım. N’oluyo la diye doğrulurken Baldız’a “nere la bura” dedim, “yok bişey, orası kapalıymış, başka yerden mazot alıyoruz şimdi” dedi. Etrafa bakındım, alenen bi alacakaranlık bölgesindeyiz, it bağlasan durmaz, kurt kapsa en yakın köyün iki sene sonra yine haberi olmaz. Ben de sanki Baldız kabahatliymiş gibi “daha boktan bi yer bulamadı mı bu hayvan mazot almaya, bu havada burda pompa açana bir açmayana iki” diye saydırdım. Baldız’ın intikamı feci oldu, “kalk enişteciğim, bak en sevdiğin şey, direksiyona sen geçiyorsun” dedi en masum sırıtışıyla. Benim Baldız’daki masumiyet melekleri kıskandırır, öyle kızamazsın ki direksiyonu fiyonk yapasın gelir.

Aşağı indim, Baldız da omzumdan seğirtti, az kalsın ikimiz de buza kapaklanacaktık, son anda birbirimize tutunup dengeleştik. “Hay tepene kuş pislesin” diye yaygaraya başlamıştı ki bu sefer ben Baldız’ı dürttüm döşünün boşundan, “Baldız la” dedim, “hayvan gibi dürtmesene öküzcüm, ne var, ne istiyon” dedi, “benim gördüğümü sen de görüyon mu” dedim, “ne görecem lan, sen git ebeninkini gör” dedi, “şuna bak la” dedim, “şuna bak!”

Döndü baktı, ağzından “Eneee!” diye sadece bilenin anlayacağı o hayret ile sevinç arası nida patladı kocaman gülüşüyle. Kadirmevlamın Afyonunun girişi mi çıkışı mı belli olmayan o kayboluşa mevkilenmiş iki pompalık benzin istasyonunun gaz sobasıyla ısıtılan ofisinin camında büyük harflerle MUTLU NOELLER yazıyor.

Bildiğin eczane pamuğundan, üşenmemiş topak topak birleştirmişler, harflere kavis bile vermişler, yazının etrafını muhtemelen gelin teli ve allık pulu gibi süslerle, artık ellerine ne denk geldiyse bezemişler.

Baldız’la birbirimize baktık; “rüya mı la bu” dedi, “sabaha anlarız” dedim, “bi morluk sende bi morluk bende olması lazım, ikimizde de yoksa mesele yok, ama sadece birimizde varsa durum vahim…”

Aynalı Okey
Ankara-Kaş-Datça, Aralık 1996

Yılbaşına üç gün kala evi su basması hoş olmuyor. İnsan sinirleniyor. Hele de benim gibi fitili kısa olanlar. Neyse ki parladığı hızda sönenlerdenim. Fakat sönene dek gürültü patırtı çıkarıp etrafı rahatsız etmekte üstüme yok. Mintos bu tatsız huyumu iyi bildiğinden beni evden kovaladı. ”Sen,” dedi, ”git.” Nasıl yani, hani beraber gidecektik; şunca zamandır plan program yapıyoruz, o kadar heyecan biriktirdik. ”Yok,” dedi, ”sen git, sen dönene dek ben evi bulacağım.” Olur mu canım öyle şey, sensiz ne tadı olur. ”Olur olur,” dedi, ”altını yapsak üstünden su basıyor, tamam, anladım ben seni, bunun sana kaybettirdiği zaman yetti de arttı, artık başka eve geçmek lazım, eh biraz da ben uğraşayım, ben de böyle uğraşayım.”

Gitmemek lazımdı. Evsahibine dalaşmak dururken suyun etrafından dolaşmamak lazımdı. Mintos’u uğraştırmamak lazımdı. Biliyordum. Görmüyordum. Dünya görülecekti. Göz içeri dönünceye dek birkaç ömür eskitilecekti. Kainatın cüzzüne mecnunken küllüne meczup olunca, kişinin aklı elbet yolu gibi eğrilecekti.

Mintos da üç gün kafasını dinler canım. Bu kadar kolay kandırdım kendimi. Gittim. Ben, Baldız kalfa, İgor çelebi, ve Zayk efendi hazretleri yola revan olduk. Arabayı nasıl kaptık, iyi hatırlamıyorum. İlk plana göre şehzade paşamızla beraber gidecektik. Velakin kendisinin mühim işleri çıktı. Bizi ekip Selimiye’ye gitti. Oradan gelirmiş de Bük’te buluşurmuşuz. Meğerse arabayı bize rüşvet olarak bırakmış. Kaş’tan geçerek gidermişiz. Geze geze. Alenen bize iş kaktırdığını bile bile yolu ikiye katlamayı arabanın narına göze almışızdır. Herhalde dalıştakilere malzeme götürmüşüzdür. Neyse ki İgor’un elinden gelmeyen iş yok. Direksiyonu ala vere ağarttık günü. Orasını hatırlamamak imkansız.

Kaş’ta gecelemeden aynı günün akşamı Bük’e doğru yola çıktık. Göcek virajlarında arabanın kıçını dağıta toplaya iyice sersemlemiş vaziyette sabaha karşı pansiyona vardık. Zamanının yegane pansiyonu. Sahibi arkadaşımız. Ya da biz öyle sanıyoruz. Sembolik bir para veriyoruz. Evinden getirdiği sebze meyve, peynir ekmek, ve hatta pişmiş yemek de cabası. Hemen her işimizi kendimiz görüyoruz. Pansiyonun her sene bir eksiği daha tamamlanıyor ama hala turistik standartlarda değil. Oralara hiç çıkmasın istiyoruz. Buraya ulaşmak hep zor olsun. İlle gelmek isteyen gelsin. Yolun zorunu sevenden, azın kahrını çekenden başkası uğramasın. Tahtırevancılar buraları da pisletmesin.

Akıbet, berbat oldu. Ama bu başka bir zamanın hikayesi. O gün ise, fırtınanın hiç dinmediği o üç gün, dünya muhteşemdi. Gri gökyüzü ile yeşil deniz arasında gümüşten bir fanustaydık. Havanın soğukluğu, eşyaların ıslaklığı ruhumuzu loşa düşüremiyordu. Denizin uğultusu kafamızın bütün gürültüsünü dindiriyordu. Gündüz, bahçede yağmurun izin verdiği dakikalarda ateş yakıyorduk. Gece, sürekli tazesini demlediğimiz çaya ve battaniyelere sarınıyorduk. Gerçi odalarda elektrikli ısıtıcılar vardı ama elektrik sürekli kesiliyordu. Mesele etmiyorduk. Muhabbet elektrikle çalışmıyordu.

Tek derdimiz, okey oynarken elektrik kesilince oyun yarım kalıyor. Masaya mum dikmek faydasız. Ortayı görüyor ama kendi ıstakalarımızı göremiyoruz. İkinci üçüncü bir mumu arkaya, köşeye, yukarı, nereye koyarsak koyalım hiçbir şekilde herkese rahat bir açı yakalayamıyoruz. Oyundan vazgeçmek de istemiyoruz. Körlemesine devam etsek, bu kez de renkleri karıştırıyoruz. Yeşil yerine maviyi oynayınca hem serileri tutturamıyoruz hem rakibi taşlayamıyoruz. Büyük trajedi. Dışarısı kıyamet. Rüzgar odanın içinde vınlıyor. Uyku saatine çok var. Gündüzleri çözülmedik felsefi problem bırakmayan dimağlarımız geceleri şu beyhude oyuna muhtaç. Onu da elektrik bırakmıyor.

Derken, günün cini ben olayım hevesine kapıldım. Aklıma mum ışığında hastasının yarasına bıçak atmak zorunda kalan cerrahın numarası geldi. Hikayeye göre cerrah, gece vakti ışığı çoğaltmak için odanın dört köşesine dört ayna yerleştirip her aynanın önüne bir mum yakmış. Işığın çapraz yansımaları sayesinde oda gündüz gibi aydınlanmış ve cerrah ameliyatını rahatça yapmış.

Ortamda, biri yarım filozof diğeri yarım şair iki elektronik mühendisi ve bir de roman canavarı istatistik uzmanı var ama bu fizik problemini çözmek ben sosyalciye nasip olacak. İgor, ”işe yarar mı bilmem ama ben bir koşu mumları alayım da geleyim, denemeyi kurt yemedi” diye bakkala seğirtti. Baldız, ”aynaları nereden bulacağız cintozcum” diye bana bu parlak fikri bir daha tartmak gerektiğini anlaştırmaya çalıştı. Velakin ben buluşumun heyecanından imayı anlayacak halde değildim. Bük’te bizden başka pansiyoncu yoktu ve oda kapıları kilitli değildi. Banyolardaki aynalar duvara basit birer çivi askısıyla tutturulmuştu. Hepsini alabilirdik. Son uyarıyı Zayk efendi yaptı büyük bir nezaketle, ”hocam, yapalım tabii ama bu yöntemle veya herhangi bir yöntemle ortamdaki mevcut ışığın yansımayla çoğalacağını pek sanmam” dedi. Ben aynaların işi çözeceğinden emindim. Elektrik idaresi okeyimize mani olamazdı. Okeysiz bir Bük gecesi, insansız bir kumsalda esen fırtına gibi geçersizdi. Veya, böyle anlarda olduğu gibi, bazen ömrün üstüne çöken kuşkuyu kıracak yegane hareket karanlığa okey atmaktı. İnat da bir murattı.

Ayağıtez İgor Dikenbaş bir deste mum ve üstüne yapışmış soğukla beraber odaya döndü. Biz aynaları hazırlamış, eğreti düzeneklerle köşelere kondurmuştuk. Mumları, sağda solda bulduğumuz kültablalarının, teneke çay tabaklarının içinde yakıp her bir aynanın önüne dikkatlice yerleştirdik. Masanın ortasına da sıfır bir mum diktik. Artık elektrik hiç de gelmeyiversindi. Oyunu bölecek fitneyi bozmuştuk.

Taşları dağıttık. Odadaki ışığın çoğaldığından emin bir şekilde ıstakaya gömüldüm. Hele ki bu eli ben açarsam koparacağım yaygaranın hayalindeydim. Birkaç tur sonra aramızdaki konuşmaların azaldığını, birbirimize laf atma şevkinin düştüğünü, oyunun akışının yavaşladığını farkettim. Kafamı kaldırıp elemanlara kaş göz ettim. Ne ayaksınız, nedir bu edalar bu haller. Baldız patlamaya hazır bir gülme tutuyordu ağzında. Kendini sıkmaktan gözleri kısılmıştı. Zayk efendi, alenen sırıtıyordu ve belli ki içten içten pek eğleniyordu. İgorcuğum ise kafa yukarıda gözler aşağıda, bir eliyle taşları mıncıklıyor, diğer eliyle hayde hayde ritmi sallıyordu. N’oluyoruz la. Ne dümen döndürüyorsunuz. Şirket kurduysanız bari bu kadar belli etmeyin. Baldız daha fazla tutamadı kendini, ”belli etmesi mi var ayol, bütün eller kabak gibi ortada zaten” diyerek kahkahayı koyverdi. Zayk efendi ”muhterem, senin projede bazı pırtlaklar pörtledi de” diye sükunetle istihzasını sadr etti. İgor’a döndüm. Nedir bu ikisinin hükmü, balkona çıkarıp kapıyı üstlerine kilitleyelim de popoları donsun, he mi. Güya bozuntuya vermeden yardım arandım. İgor, canım İgor, muzip İgor, mülayimliğinden şaşmadan ayarı verdi bana. ”Yok ağam,” dedi; ”aynalar bence de işe yaradı ama…” Eee? Ama? ”Yani herkes herkesin elini görebiliyor artık, o bakımdan.”

Aynalar beni arkamdan vurmuştu. Daha kötüsü, arkadaşım olacak hınzırlar aynaların tarafını tutmuştu. Sırf birbirimizin elini görebiliyoruz diye projem patlak ilan edildi. Aynaların açısını değiştirelim, el göstermeyecek şekil yapalım gibi önerilerime kulak asılmadı. İgorcuğum yarım ağız öyle de olur böyle de olur havasıyla beni avutmaya çalıştıysa da muhalefet ittifakı ağır bastı. Aynaları kaldırdık. Herkes kendi tarafına birer mum aldı. Saçımızı kaşımızı gözümüzü yaka yaka oyuna devam ettik. Gecenin devamında Zayk efendi hepimizi üttü.

Ne diyordum; insanın suya nasıl yol vereceğini öğrenmesi birkaç ömür sürüyor. O usta sen çırak olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Ne kadar uyanık kalmaya çabalasan da biliyor ki dalıp gideceğin bir an gelecek. On an geldiğinde etrafında seni uyandıracak bekçilerin olması şart. Velev ki marifetinden çok kusurunu açık ediyor olsunlar. Kapatırsın kapatamazsın, o ayrı, hiç değilse kaçağın senden olup olmadığını anlarsın.

Sonbahar-Kış 1994 (finaller başlamış), Ankara

Yine hangi şeytan rahat bırakmadıysa, masa başında kağıt kalem çiziktiriyorum. Daha doğrusu bir satır yazıp bir satır fal açıyorum. Sabahın ikisini geçmişim, üçüne koşturuyorum. Cam tıkladı. Bizim kocaman mı diye perdeyi araladım. Hayır, kocaman değil bu, kocakafanın ta kendisi. Otuziki dişiyle sırıtıyor. Dışarısı buz. Bu zibidinin it gibi titriyor olması lazım ama bir tişört bir mont ağzı kulaklarında keyfi yerinde maşallah. Gittim kapıyı açtım. Mutfaktan giriliyor eve. Geçerken ”bir çay mı yapsak ya,” diye mırıldandı ama acelesi olduğu belliydi. ”Mintos’u uyandırmayalım,” dedi. Pek kibardır kerestecim. Mintos, içeriden, ”ayaktayım ben” diye seslendi. Ne olduğunu anlamak kastıyla ”beyzadenin çaydan başka bir arzusu” diye dalgamı geçtim; haşmetmeap ”varsa tatlı-tuzlu birşey yanına iyi gider yani” diye ciddi ciddi sipariş verdi. Gündüz vakti olsa ben sana ne yapacağımı biliyorum da neyse ki geceleri üstüme bir merhamet iniyor. Mintos, tabakları eline tutuşturdu bunun, nereden neyi alacağının talimatını verdi, ”döküp saçarsan sana toplatırım” diye peşin peşin bir güzel haşladı. ”Haydi, ne batağınız varsa gidin işinize bakın, çayı ben hallederim,” diye bizi içeriye postaladı.
Bu kez masanın başına beraber geçtik. ”Nedir?” diye sordum. ”Saat, işi rast gidenin ayakta olacağı saat değil, bu seferki yamuk ne?” Kınayarak baktı, ”kalbimi kırıyorsun ama” diye yalandan serzeniş etti. ”Hah, benim neyim eksik, gelen vurmuş giden vurmuş, bir eksik bir fazla, sana farkeder mi!” Üzerinden çıkarmadığı montunun iç cebinden katlanmış buruşmuş birkaç sayfa çıkardı. ”Şunları temize çekelim mi senle beraber?” Sormakla mecbur kalmak arasında bir bıkkınlıkla dirseğini masaya, alnını eline dayadı.
– Ne ki bunlar?
– Final ödevi.
– Hangi ders?
– Epistemoloji.
– Yuh!
– Bilim tarihi aslında.
– Eee?
– Ben yazdım birşeyler, ama sen hem bir kontrol et olmuş mu hem de temize çekelim işte!
– Ver bakayım şunları.
– İngilizcesini az düzeltsek yeter.
– Ne zamana lazım bu?
– Dün lazımdı.
– Dün lazımdı?
– He!
– Dün bitti oğlum, yarın oldu ya, bak saate, kaç diyor?
– Ya, ben hallederim.
– Nasıl halledersin?
– E dün akşama kadar vakit vardı ya.
– He, ama dün akşam oldu bitti çoktan.
– Olsun. Biz şimdi bunları temize çekelim. Ben sabah yedi-sekiz gibi gider kapısının altından atarım, dün akşam vermişim gibi olur.
– Yer diyorsun.
– Yok, yemez. Ama kibar adam. Birşey demez. Hem ona ne farkeder, ha dün akşam ha bu sabah.
– Tabii, biz burada neciyiz zaten.
– Öyle deme ama.
– Ne diyeyim, apodikdik mi diyeyim.
– Epistemoloji yazdım diyorum yahu, daha n’apayım, bir de üstüne kuş mu kondurayım!
– İyi iyi tamam. Git çayları koy getir. Mintos’a da ver bir tane. Ocağın altını kapat. Gerekirse yakarız tekrar.
Aradan iki üç hafta geçti. Yine masa başındayım. Yine saati üçe koşturuyorum. Yine cam tıkladı. Çay yaptık. Havadan sudan laflıyoruz. Hiç yeri yokken bir anda, ”finalden BB almışsın oğlum, bir dahakine daha iyi çalış” diye hınzır hınzır güldü. ”Ben kendi epistemolojimden AA almıştım oğlum, sen kendi derdine yan” diye püskürtmeye çalıştıysam da ”o sayılmaz” dedi. ”Maksat başkasının epistemolojisinden de AA alabiliyor musun, yoksa n’eyleyim ben böyle felsefeyi.”

Sonbahar 1992, Ankara

Şu hayatta benim de bir arabalı manitam olmadı değil. Oldu. Manitanın arabasıyla uzun kısa demeden sırf keyfine kilometre basmadık da değil. Bastık. Tek çıkışta binbeşyüz-ikibini vurduğumuz vakidir. “Ben onu kilometre diye kulağıma damlatmam” cinsinden lâkaytlık edenlere “Tabii civanım, sen gel bunu Anadol’a konuş” damgalı biletlerden kestiğimiz de vakidir.

Ha, bende araba yok muydu. Vardı. Pederden kalmaydı, tamam; aslında biraderindi, tamam; birader yok dese elimi süremezdim, tamam; ama 68 çubuk vites gökmavi Anadol nere, 74 hidrolik direksiyon siyahbeyaz Anadol nere! Hem müstakbel kayınpeder “alın, istediğiniz gibi gezin” demiş; daha neyin hesabını yapacağım, benzin parasından başka. Yani.

Biraderin huzurunda zinhar artistlik yapmıyorum ama etrafta o yokken alemin en keskin şoförü benim. Manitaya hava atmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorum. Ne yolun uzunluğuna aldırış ediyorum ne trafiğin çokluğuna. Bir tek park yeriyle meselem var. Trafik ekipleri bizim Anadolcağızları son model arabaların arasından cımbızlayıp gayrıkanuni ceza kesmeye bayılıyorlar. Güçleri tek bize yettiğinden elbette. Üstelik çekek yerinde, makbuzlusuna ilave makbuzsuz ‘bahşiş’ vermezsen arabayı alamıyorsun. Makbuzlusu haftalığım, haydi tamam, ama makbuzsuzu aylığım yahu. Kimden insaf beklemeyeceğimizi erken öğrettiler. O yüzden mümkün mertebe en gözden uzak köşelere park etmeye çalışıyorum.

Keskin şoförüm, evet; artistlikten geri durmuyorum, evet. Gelgelelim, her bıçkın geçinen çaylağın sınandığı anlar olur. Ben bu kalem sınavların birkaçına, maalesef, manitayla seyrâna çıkmışken yakalanmışımdır. Ve işte bir seferinde sınav, kahrolası park yerinden geldi.

Kızılırmak’ta sinemaya gideceğiz. Akşamüstü 16:15 seansına. Çıkışta arkadaşlara yemeğe çağrılmışız. Evleri uzak. Döneceğimiz saate otobüs yok. O yüzden arabayı almışız. Olgunlar’da, yokuş aşağı sağda, henüz üzerine apartman dikilmemiş bir parseli asfaltlayıp park yeri yapmışlar. Kaldırım üstü park etmek de mümkün ama trafik ekiplerinin Anadol görünce ceza kesme iştahlarına mani olamadıklarını bildiğimizden kaldırımdan içeri girip o parsele park edelim dedik. Giriş çıkışı kolay. Daha önce aynı yere park etmişliğimiz var. İyi, hoş. Sinemaya gittik. Film bitti. Çıktık. Arabanın yanına geliyoruz. Geldik. Ama o da ne!

İnsanlıktan eksik bir nüfus birimi, park yerinin tam çıkışına arabasını park etmiş! Deli olursun. Biz dahil 5-6 araba park yerinde mahsur kalmışız. Çıkışı tıkayan arabanın camında ne bir adres ne bir telefon numarası var. İşin yoksa uğraş. İlk yapılacak iş civardaki dükkanlara sormak. Çelik gibi sinir lazım, kazara bu gereksiz birimle karşılaşırsan saçmasapan bir hareket yapmayasın diye. Dükkanlara soruyorum ama içimden “inşallah karşıma çıkmaz” diyorum. Ya onun ya benim şanslı günümmüş. Çıkmadı.

İşi çözmem lazım. Manita olmasa bırakıp gideceğim. Gece bir vakit gelir alırım. Olmadı sabaha. Ama bu eksik insanlık birimciğinin yaptığını yanına bırakmak istemiyorum manitaya karşı. Manita da “bırakalım, sonra gelir alırız” dememiş. O da atarlanmış. Vaziyeti kurtarmak şart.

İlk çözüm ihtimali pek sevimsiz. Trafik ekibi çağırıp çektirmek. Olur olmaz yerde park cezası kesen, araba çeken ekipler böyle iştah kabartıcı bir parçayı kaçırmazlardı herhalde. Hiç muhatap olmak istemiyorum ama ekip çağırmamak manitayla ekstra papazlığa sebep olur korkusundan göze alamıyorum. Çağırıyoruz mecbur. Dükkanların birinden ricayla, telefon ediyoruz ekipler amirliğine. Gereğinin yapılacağını, araç başından ayrılmamamızı söylüyorlar. Beklemeye başlıyoruz.

Yarım saat geçiyor. Bana sorulsa en az yarım gün. Çekilecek olan bizim Anadollardan biri olsa, daha telefonu kapatamadan çekicinin kasasına koyarlardı. Bu şahıs niyetine gezinen birimciklere ise öldür allah birşey olduğu yok. Alayı şerbetli koçyiğit. Tam o sırada yoldan bir ekip otosu geçiyor. Akşam trafiği başladığı için o da diğer arabalar gibi yavaş. Atlıyorum önüne. “Amirim;” diyorum, şoför mahallinde oturan memura; içimden kendime “allah belamı versin benim” diye söverek. “Amirim;” diyorum tekrar; önce ast-üst ilişkisini kurmak lazım, yoksa ölsen dönüp bakmazlar; “şu araba park girişini tıkamış, bizim araba içeride mahsur, evden bekliyorlar, geç kaldık, ekip çağırdık ama gelen giden olmadı, siz bir telsizden geçiverseniz;” diye alenen yaltaklanıyorum. Memur bana dünyanın en bıkkın sesi ve en anlaşılmaz sözleriyle “biz trafiğe bakmıyoruz, sen ekiplere yine telefon et, bekle gelirler..” diyor. Ekip otosunun ardından elim böğrümde kalakalıyorum.

Aynı dükkandan bir daha rica, ekipler amirliğine bir daha telefon. “Akşam trafiği, işler biraz sıkışık; bekleyin gelirler..” Hayır. Gelen giden yok. İki saat daha geçiyor. Saat oldu sekizbuçuk. Karnım aç. Manita perişan. Benle kavga etse faydasız. Arabayı bıraksak, bırakamayacağımız kadar beklemişiz.

Etrafa bakınıyorum. Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez hesabı, gözüm karşı sıradaki dükkanların arasında bir bilardo salonuna takılıyor. Aklımdan tam olarak ne geçtiğini bilmiyorum. Manitaya dönüp, “Sen dur burada bir dakika, ben karşıya gidip hemen geliyorum;” diyorum. Karşıya geçiyorum. Bilardo salonuna giriyorum. Millet masalarda sakin sakin falsosunu, köprüsünü, pikesini hesaplıyor. Masanın birine yanaşıyorum. Niye o masa da öbürü değil, hiçbir fikrim yok. “Arkadaşlar;” diyorum, “bir yardımınıza ihtiyacım var.” Üç kişi birden dönüp bakıyor. “Buyur birader,” diyorlar; “ne lazımdı.” Vaziyeti anlatıyorum. Ekiplerin gelmediğini, ikibuçuk saat geçtiğini, manitanın eve geç kaldığını, ayrıca bu şahıs olacak birimciğin yaptığını yanına bırakmamak gerektiğini…

İçlerinden biri, sanki hergün bu işi yapıyormuş gibi, “Arkadaşım, arabayı kenara alalım istersen;” diyor. Ben de sanki fikir şahaneymiş de bir-iki teknik aksaklık varmış gibi karşılıyorum. “Alalım da, nasıl yaparız?” Gülümsüyor belli belirsiz, diğer masalara doğru ağzıyla ıslık yapıyor, kafalar dönüyor, “Arkadaşlar; “ diyor, “bu kardeşimizin arabasına bir el atalım, haydi.”

Bilardo salonunda ıstakasını kenara dayayan dışarı çıkıyor. Sokağın karşısına geçip otopark girişini tıkayan arabayı görünce herkes vaziyeti kavrıyor. Hiçkimseye hiçbirşeyi uzun boylu tarif etmek gerekmiyor. Ben hepsine dönüp, “Nasıl yapıyoruz arkadaşlar?” diye soruyorum. İçlerinden biri, “Şunu şöyle alıp az ileriye atacağız;” diyor. Sanki iki masa üç sandalye taşıyacağız. Öyle rahat. Neyse ki akşam trafiği hafiflemiş. Yolda sıkışıklık az. Arabanın dört tarafına geçiyoruz. Hoplata zıplata yolun ortasına doğru çekeliyoruz. Birbirimize taktik vererek, kollayarak, ağırlıkları dağıtarak. Topluca gelmişine geçmişine sövüyoruz bütün tıkaçların. Espriler ardı ardına, sırasını bilirmişçesine, birbirini ezmeden patlıyor hop-kii-üç temposuna uyarak. Sonra belli bir noktada, arabanın park çıkışından çıkabileceği kadar bir aralık oluşuyor. Çekelediğimiz arabayı pek de farkında olmadan yola çaprazlamışız, gidiş-gelişi tek şeride indirmişiz. Gelen geçen şöyle bir bakıyor ama kimseden ciddi bir itiraz yükselmiyor.

Ben herkese tek tek teşekkür ediyorum. Manita da teşekkür ediyor. Onlar da dönüp “Aman canım ne yaptık ki, maksat iş görülsün;” diyorlar. Yine içlerinden biri, “Birader, bu arabayı nasıl bırakalım, kenara mı çekelim böyle mi kalsın,” diye soruyor. Çekelim desem çekecekler yani. Duruyorum bir an. “Allahından bulsun;” diyorum, “böylece bırakıyoruz; varsa bir şikayeti gelsin bana etsin; sorup soruşturan olursa hiçbiriniz birşey bilmiyorsunuz, o iş bende;” diye selam veriyorum. “Eyvallah, geçmiş olsun;” diyerek karşıya geçiyorlar.

İnsanlıktan eksik birimciğin tıkaç arabasını Olgunlar yokuşuna çapraz bırakıp arabayı park yerinden çıkarıyorum. Sağa sola bakınıyorum. Ne çekici var ne ekip otosu. Manitayla birbirimize bakıp gülümsüyoruz.

Yorumlayınız:

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s