Orada Senden Haber Bekliyor Olacağım, Hasretle Sarılırım

Danube by Inge Morath

Danube -Inge Morath

Canım,

Gönderdiğin kitaplar tertemiz elime geçti. Neyse ki bu sefer paketi yırtmamışlar. Postanedekiler de hiç bekletmemiş. Arızalı isimlere gelen zarfları kurcalamaktansa bir an önce defetmenin kendilerini daha sağlama alacağını düşünmüşler belli ki. Onlara bu eziyeti yaşatmaktan memnun değilim elbette, fakat hallerine yazıklandığımı da söyleyemem. İçlerinden biri hariç. Bugün kitapları o getirdi. Buranın eskilerinden. Dağıtıma pek çıkmaz aslında. Postaneye gittiğimde hep rafları yerleştirirken görüyorum onu. Kapıyı açtığımda başını yerden kaldırmadan, cetvel ölçüsü bir adım geride durarak, iki parmağının arasında tutabileceği paketi iki koluyla uzattı. Şapkasının siperi gözlerini örtüyordu ama ağzının garipseyen gülümsemesini görmemi engelleyemedi. Tam paketi alacakken bir an için bu masum kinayenin anlamına dalıp duraksadığımda yüzünün nasıl kızardığını da gizleyemedi. Ne olup bittiğinden haberi olduğunu sanmıyorum. İnsanların niye benden uzak durduklarını anlamıyordur. Ezber hareketler dışında, eliyle koluyla hatta bütün bedeniyle ne yapacağını bilemez bir hali var. Selam vermek için bile tek kelime konuşmuyor. Senin bir şey söylemeni bekliyor ama. Sanki gözünün içine kulağıyla bakıyor. İster postanede gör ister kapıda, başını çevirmediği halde sen ona “merhaba” demezsen kasılıyor. Paketi aldıktan sonraki o kısacık sessizlikte bile terlemeye başladı. Bütün bu işkenceye rağmen “size de iyi günler” demeden dönüp gitmedi. Bir dahaki sefere – eğer hala bana bir şey gönderen kalırsa – onu yine göreceğimden eminim. Daha doğrusu, sona yaklaştıkça başkasını görmek istemiyorum.

Yerime aldıkları genç çocuk yine gariban takımından biriymiş dediklerine göre. Haftasına kalmadan bütün lafları yetiştirdiler bana. Haylazmış da. İşe pek uğramıyormuş. Maaş gününü sektirmediğini saymazsak. Güya anasıyla beraber oturuyormuş. Babası ustabaşılığa kadar yükselmiş ama kırkını göremeden hastalanıp ölmüş. Evin en küçüğü buymuş. Ötekiler çoktan evlenip şehre göçmüş. Ara sıra üç beş kuruş gönderirlermiş, başka da hayırları dokunmazmış. Başıboş kalınca okulu falan asmış hep, iyice serseriliğe vurmuş. Para lazım oldukça kahvelerde ayak işlerine koşturup bahşiş kovalamış. Fakat gece okulunu bitirip meslek diplomasını almış kerata. Son birkaç yıldır demiryolunun sinyal defterini tutuyormuş hariçten. Demek ki haylazlık ille de kafa çalışmazlık değil.

Beni kestiklerinden üç gün sonra fabrikanın eski müdüründen bir mektup getirmiş bizim şefe. Hemen ertesi gün işe başlatmışlar. Eski müdür bunun akrabasıymış diyen var, babasının ölümüne sebep olmuş da şimdi oğlunu işe koyarak günah çıkarıyor diyen var, anasında gözü olduğunu söyleyen bile var. Dedikodu gırla. Madem kayırıp kollayanları vardı bunca zamandır niye yoksulluk çektiler bilen yok. Zaten bu kasabada acınacak halde olmayan bir ben kaldım. Ha, bir de yıkık tekkenin avlusundaki ihtiyar merkep. Gelen geçenin fırlattığı elma koçanlarını kaptıkça mutluluktan sabahlara kadar anırıyoruz ikimiz tek ses.

Bu veletten fayda bekledikleri yok elbette. Vardiya boş kalmasınmış. İşçiler huzursuzlanırmış. Hem son çıkış işlemlerini kısım amiri olmadan yaparlarsa maliye müfettişleri fabrikayı bunaltırlarmış. Senin anlayacağın makineler kitabına uygun dönmeye devam edecek. Eh, kalite kontrol odasından daha mükemmel bir uyku odası icat edilmedi henüz.

Bizimkiler mesafeli duruyorlarmış ama çocuk öyle sınırsızmış ki geçen gün ofisteki yarım kavanoz şekeri “evde hiç kalmadı, akşama misafir var, yarın dolusunu getiririm” diyerek alıvermiş; birinin çıkıp “a tabii canım, lafı mı olur” demesini beklemeden. Haftanın geri kalanında hiç görünmemiş. Sonraki hafta başında geldiğinde ise, öğle yemeğinden sonraki çay molasında, “şeker yok mu” diye sırıtmış. Tam dayaklık. Muhbir olmadığına inanmak istiyorlar sadece. Gerisine aldırdıkları yok. İlahi. Memlekette herkes birbirinin gönüllü gıybetkârıyken tüyü kararmamış ergen bozmaları muhbir olsa n’olur olmasa ne.

Dediklerini yapıyorum. Hiç gazete okumuyorum. Radyodan sadece müzik dinliyorum. Alışveriş için kasabaya inmiyorum. Seyyarlar her işimi görüyor. Biraz pahalıya geliyor ama esnafın ikiyüzlülüğüne katlanmaktan iyi. Hem şikayetçi olmadıklarından eminim. Beni görmektense dükkanlarına girmeyeyim diye üste para istesem verirler.

Kimseyi davet etmiyorum. Herkes beni davet ediyor. Bazen evlerine bazen iş yerlerine. Gitmemezlik edemiyorum. Güzel bahaneler buluyorlar. Ya birşeyleri tamir etmemi ya da teknisyenlere yol yordam göstermemi istiyorlar. Benim onları davet etmeyişime, arayıp sormayışıma bozuluyorlardır. Çaktırmamaya çalışıyorlar. Bu meselenin başından beri kimsenin ölüsünden dirisinden haberim olmuyor. Fabrikanın servisi kapımdan geçmese bizimkileri bile göreceğim yok. Bu gidişle yakında arkadaş edinemediği için arkadaş edinemeyenler kulübü kuracağım. Elbet bu da çok yorgunsun gel biraz uyu pansiyonu gibi çok satması gereken projeler çöplüğünde yerini alacak. Yok yok, ne kulüp kuracak vaktim kaldı burada ne de proje yapacak halim.

Dün bilet almak için istasyona gittim. Hala yolların kapalı olduğunu söyledi şef. Bilet satışı için talimat bekliyorlarmış. Telefon hatları sık sık kesiliyormuş. Telsizle sadece iki yöndeki en yakın ara istasyonlarla konuşabiliyorlarmış. Onlar da kendilerine en yakındakilerle. “Çocuk gibi kulaktan kulağa oynatıyorlar bize ama çocuklar bundan daha iyisini yapıyor be!” diye homurdandı telsizi avucunda sıkarak. Beni içeri davet edip bir çay ikram etsin mi yoksa kendisini biraz daha ayakta durmaya zorlayıp benim nazikçe gitmemi mi beklesin, karar veremedi. Halinin perişanlığını, gişedeki sobanın üstünde kaynayan semaverin dumanı ele veriyordu. “Bu perişanlığa sen değil ama ben bir son vereceğim;” diye kaş çatarken yakaladım kendimi. Şüphenin yakamdan elini çekmesine fırsat vermeden içimden sordum: “Hangimiz emin olabiliriz o anın doğru hareketini yapıp yapmadığımızdan?” Eve dönerken cevap da peşime takıldı. Gideceğim saat çattığında arkamdan el sallayacak olan oydu. Kalanlara el sallamayacak olan ben.

“Bir daha ne zaman gelsem ki!” diye kendi kendime mırıldanır gibi yaptım. Doğrudan sorsam “belli olmaz, yarın da açılabilir, üç ay da sürebilir” diyecek. Gençliğinden kalma kaçak bir göz kırpışla onu bu zor duruma sokmayışıma teşekkür etti. O da kendi kendine konuşur gibi yaptı. İki haftalık erzak almış pazardan. Arada kasabaya inmesi gerekmeyecekmiş. Cebinde kalan araba parasıyla küçük oğlana patik yaptıracakmış. Bu sıra hiç kimsede her hafta istasyona gidip gelecek hal yokmuş. En azından ayda iki kez tasarruf edilse evin bir eksiği karşılanırmış.

Anlaşılan en az bir ay daha buradayım. İki haftayı ima etmesi benim acelem olduğunu bilmesinden. Yoksa doğrudan bir dahaki aydan kapı açacak. Olur da arada tarifesiz bir katar geçerse kaçırmayayım istiyor. Boş yere gelip gidersem diye endişeleniyor, elinden gelse o paraya benim yerime kendisi kıyacak.

Her şey yolunda giderse bir ay sonra parkın karşısındaki değil de liman caddesiyle pazar sokağının köşesindeki küçük otele yerleşmiş olurum. O yüzden artık buraya yazma, bir sonraki mektubunu otelin posta kutusuna gönder. İzimizi kaybettiremeyiz ama tembelliklerine ve ihmalkârlıklarına güvenebiliriz.

Eskiden olduğu gibi şimdi de seninle orada buluşabilmeyi çok isterdim. Sakın delilik edip gelmeye kalkma. Vapuru karşılamaya gelirsin nasıl olsa. Gün olur devran dönerse arkadaşlarımızı da çağırır oteli kapatırız. O zaman bütün şişeler benden olur. Sofrayı kasalardan kurar, üstlerine vardiya kağıtlarını sereriz. Eğer hala bir fabrika kaldıysa tabii.

Orada senden haber bekliyor olacağım, hasretle sarılırım.

One comment

  1. Büyük sanat eserleri, içerdikleri belirsizlikler dolayımıyla, tüketicilerinin zihnini harekete geçirir. Eseri kavramaya çalışırken, boşlukları, gayriihtiyari, öznelliğimizin yansımalarıyla doldururuz. Böyle bakıldığında, tüketilmekte olan şeyin, artık, ortak bir esere dönüştüğünü söylemek de mümkün.
    Üstadın son çalışması da, bende, sürgündeki Nazım’ın mektuplarından birini okuyormuşum hissini uyandırdı. Zamansal ve mekânsal sabitleyicilerin yokluğunda, zihnim, serbest çağrışımlara yelken açtı. Hiç şüphe yok ki, mektubun yazarı, Nazım tadında bir adamdı ve sürgündeydi ama gurbete değil, -toplumsal değişim yasaları tarafından- kendi memleketine sürgün edilmişti. Zamanın göreceliliği yüzünden, kendi insanına ve onun -yozlaşarak neredeyse kültür olmaktan çıkan- yaşam üslubuna yabancılaşmak durumunda kalmıştı. Mektubun yazarı, bu ahvalde yaşamayı öğrenmeye çalışıyordu ve gündelik karşılaşmalarda, farkındalığının duyargalarına takılan çirkinlikler yüzünden, her seferinde ruhunu hüzne teslim etmemeyi becerebilecek kadar da mesafe kat etmiş görünüyordu. Oysa, onun -uzaktaki sevgiliye tutunarak- ümidini yitirmemiş olması, benim de iyimserliğimi koruyabilmem için yeterli gelmedi. Teselli bulamadım; içim burkulmaya devam etti, mektubunun satırları arasında dolaşırken.

    Beğen

Yorumlayınız:

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: