Kadim Şeytanlar
Maria Ilioú’nun yazıp yönettiği İzmir: Kozmopolitan bir Şehrin Yok’edilişi 1900-1922 filmi, bilmek istemediğimiz geçmişimizi kayıtsızlığın karanlığından kurtarmış tarihi bir belge. Bu film, bize, yurt edindiğimiz bu toprakları niçin durmaksızın mahvetmekte olduğumuzun görsel belgesi. Şehirlerimizin şehre, köylerimizin köye, evlerimizin eve niçin bir türlü benzeyemediğini sadece bu filme bakarak bir anda kavramak mümkün. Ne görülür bu belgede? Levant’ın kozmopolit şehri İzmir’in yeni sahipleri şehirde çıkan yangını bir aydan daha uzun bir süre müdahalede bulunmaksızın seyretmişlerdir. Ta ki tüm levantenler şehri terk edip kozmopolit hayat bütün maddi ve insani unsurlarıyla beraber kül oluncaya dek.
Bugün İzmir’de o dönemden kalan az sayıdaki ize ulaşmak için özel çabalar sarfetmek gerekir. Şehre hakim olan görüntü, körfezin etrafını aşılmaz bir set gibi çevirmiş bitişik nizam apartman silsilesidir. Dünyada eşine az rastlanır bir coğrafyada, eşine az rastlanır çirkinlikte bir yapılaşmadır bu. İzmir’in kozmopolit geçmişini yok eden yangından ve sürgünden kalanları, bu beton barbarlığı örtüp unutturmaya çalışmaktadır.
Şehirlerden kasabalara, kasabalardan köylere yayılan TOKİ kanseri, aynı örtbas hamlesinin uzantısıdır. Şehirden, doğadan, insandan, haktan, hukuktan, ahlaktan, vicdandan beri kişilerin yerel ve merkezi yönetimlerin başına gelebilmeleri tesadüf değildir bu ülkede. Hepsi aynı suçun ortağıdır. O suç, kozmopolit dünyayı talan edip malını yeme suçudur. Bu yüzdendir ki bu ülkenin belediyesi de merkezi hükümeti de hangi arsanın ne zaman kaç para edeceğinden başka bir şey düşünmez. Yoksa neyle izah edilir ülkenin kurtuluşunun ve kuruluşunun simgesi İzmir Hükümet Konağı’na yamanan o ek binalar? Yetmezmiş gibi tam önüne devasa bir belediye binası kondurmak neyle izah edilir? Şehrin en büyük meydanından bile denizi görünmez ve görülmez hale getirmek başka neyle izah edilir?
İttihatçıların güç kazanmaya başladığı günlerden başlayarak bütün bir Meşrutiyet-Cumhuriyet tarihi, kozmopolit Orta Akdeniz dünyasının tasfiye tarihi olarak okunabilir. Sakatlanmış Monarşi’yi tedavi edeceğim derken büsbütün kötürüm bırakan Meşrutiyet’ten, Cumhuriyet’e, miras diye kala kala kozmopolit dünyanın son kalıntılarının üstüne beton dökme kabiliyeti kaldı. Kadim zamanlardan beri binbir kavme iyi kötü evsahipliği yapmış bu topraklar son yüzyılda tarihin en incelikli soykırım, katliam, sürgün, ve talanlarını gördü… ve görmeye devam ediyor. Tanzimat’ın bu denli ironik bir hezimete varacağını görebilen oldu da bunu bize haber vermediyse ona yazıklar olsun! Yok haber verdi de biz o haberi okuyamadıysak bize yazıklar olsun!
Bu kıyımların tamamı çeşitli milliyetçiliklerle meşrulaştırılmaya çalışıldı. Oysa bu topraklarda milliyetçilik bir sebep değil bir sonuçtu. Suçunu unutturmaya çalışan katliam ve talan kadroları, sebeple sonuca takla attırarak üstüne bir de kahraman olmayı her zaman becerdi.
Öğrenen dünyanın gidişatıyla temas edip çağına ayak uydurmayı reddeden Osmanlı, Sanayi Devrimi’ne de ayak uydurmamakta o kadar ısrar etti ki dış yağmanın yolu kesilince iç yağmadan başka bir ekonomi-politik üretemedi. Kimin yağmalanacağı belliydi: Ermeniler. Cumhuriyet, bu iç akına Rumları, Süryanileri, Yahudileri katmayı eşyanın tabiatı saydı. Güç yetirilebilecek kim varsa ya katledilerek ya sürülerek bütün varlıklarına el kondu. Katledilemeyecek veya toptan sürülemeyecek büyüklükteki Kürt ve Alevi nüfus oldukları yerde kıstırıldı, hem fiziki hem de sosyal hareket alanları daraltıldı. Bugün Kürt ve Alevi nüfusun ülke coğrafyasının tamamına yayılmış gibi görünmesi bir illüzyondan ibarettir. Gerçekte olup biten bu kimliklerin dağılmış-dağıtılmış bulundukları bölgelerde hem fiziksel hem sosyal bir yalıtılmışlık içinde yaşıyor olduklarıdır.
Bütün bunlar bize yeni bir ulus yaratma süreci diye yutturuldu. Bu yalana ilk önce yalanı ortaya atanlar inandı. Suç öylesine büyüktü ki unutturma gayreti, akla yer bırakmayan bir telaşın güdümündeydi. Bugün artık sayıları sadece birkaç bine inmiş kadim halklar bu ülkede hala en nefret edilen, yani en korkulan halklardır. Böylesi büyük suçlar işlemiş dedelerin torunları bu kirli mirası nefret etme dışında hazmetmenin bir yolunu aramamaktadır.
Kürtlerin ve Alevilerin direnişi daha uzun yıllar sürecektir. Temel fark, bu kez dinlerinin bahane edilemeyecek olması değildir. Dinlerinin makbul olmadığı yüzlerine söylendiği halde toplu katliam planına dahil edilmeyişlerinin sebebi başkadır: Kürtler ve Aleviler en azından başlangıçta Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani gibi çoğu şehirleşmiş, çoğu zanaat erbabı, çoğu okur-yazar, çoğu dünya kültürüyle tanışık halklar değildi. Kısaca daha az kozmopolit idiler. Ellerinde hazır pişmiş mamulleri azdı. Hızla ve bir kerede talan edilecek zenginlikleri yoktu.* Üstelik öldürülmeleri için harcanacak kaynak, yağmadan elde edilecek ganimetten fazlaydı. Ne var ki potansiyel doğal kaynaklar üzerinde oturmakta ve ucuz iş gücü sağlamaktaydılar. Sıkı bir kontrol altında tutulup yalıtılmaları sağlanırsa bu potansiyel kaynaklar ve ucuz iş gücü zamana yayılmış şekilde yağmalanabilirdi. Üstelik düşük bir maliyetle! Kuvvetli milliyetçilik söylemleriyle yetişmiş vatansever kuşaklar bu yarı-açık-kolhoz-cezaevlerinin gönüllü gardiyanları olmayı çoktan kabul etmişlerdi.
Modern Şeytanlar
Muktedirler bütün ülkenin ve bütün yurttaşların hizmetkarları olacaklarına yemin etmiş oldukları halde bugün, tam şu anda, yeni bir sürgün ve katliamın hazırlıklarını tamamlıyor. Bu kez hedeftekiler kadim kimliklerle veya dinlerle tanımlanmıyor. Bu yeni sürgün ve katliamın öznesi, yerli kozmopolitler. Kendi öz yurdunda zoraki birer levanten haline dönüşmüş/dönüştürülmüş sıradan yurttaşlar. Emri verenler güpegündüz meydanlardan hedef gösteriyor. Tetikçiler kapıları işaretliyor. Yaklaşan linçlerin kokusunu alan militanlar sokaklarda poliscilik oynuyor. Ezberini çoktan bitiren resmi görevliler iki talim arası hileli zarlarına civa döküyor.
Şehrin anonimliğinde kaybolarak, kendileri gibi iç sürgünlerle yanyana hayata tutunabilen bu henüz adı konmamış yeni kuşaklar, kimseyle sebepsiz bir çekişme halinde olmadığı için, vasat ve munis olduğu için, başkasından kendisi gibi olmasını talep etmediği için, siyah-beyaz değil rengarenk bir dünyanın hayalini kurduğu için hedefte. Yağmalanacak malı mülkü olduğu için değil, yağmaya ortak olmayı kabul etmediği için hedefte. Suçu örtbas eden değil açığa çıkartan, unutturan değil hatırlatan olduğu için hedefte.
Levant’ta, şehirden çok kendi içine yerleşen kozmopolit, her şeyden çok öğrenmeye meraklıdır. Her şeyden haberdardır. Haberin ta kendisidir. Şüphesini sorgulayarak, sorgulamasını sınayarak olgunlaştırır. Kendisi dışında bir otoritenin himmetine, inayetine muhtaç değildir. Yönetme ve yönetilmenin ötesinde, etikle estetiğin birleşerek yükselttiği anlam katında kurar yurdunu. Bu yurt, geleneklerle taşınan normlardan bağımsız olmayı hedefleyen, özgürleştirici bir ahlakın doğup büyüdüğü bahçedir. Üretkenlik ve yaratıcılığın koynunda yetişir bu ahlak ve sonra dönüp yetiştiği bahçenin toprağını işler. Başı da sonu da insanla işaretlenmiştir. Kozmopolit-levanten, muhayyilenin safsatasından menkul bir kurallar ahlakının değil, yaratıcı aklın ve doğurgan vicdanın bilinçli öznesidir. Bilinçli özne, her çağın şeytanıdır.
Suçu yüzüne vurulan yağmacıdan – vicdanına müracaat edemeyeceği için – kendisini yüzleyen muhalife saldırma dışında bir hareket beklenmemelidir. Ve yağmacının bildiği yegane politika, sürgün ve katliamdır. Bu yüzden her kimi sürüp katledecekse onu kendisinden ayrıştırmak zorundadır. Bu ülkede ötekileştirme, sadece beğenmediklerinin burnunun dibinde olmasını istememe hali değildir; basbayağı bir gün sürülüp katledilecek olanların kapılarını çarpılama işidir.
Yağmacının şimdi şu anda ötekileştirmekte olduğu halk, bugünün şeytanı, yağmacı güruhun ve beslemelerinin ortağı olmamış ve olmayacak herkestir. Bu ortaklığı reddeden herkes yağmacının gözünde düşman işbirlikçisidir. Ajandır. Beyni yıkanmıştır. Dış mihrakların oyuncağıdır. Kadim medeniyetimize yabancıdır. Özentidir. Yapmacıktır. Halktan kopuktur. Memleketi tanımaz bilmezdir. Canı can, haysiyeti haysiyet, marifeti marifet değildir. Zerdüşttür, ateisttir, teröristtir…
Oysa bu insanlar tesadüfen temiz kalmamışlardır. Temiz olmayı seçmiş, temiz kalmanın bedelini ödemişlerdir. Zoraki-levanten-kozmopolit kuşaklar, şu veya bu reisin-başkanın-beyefendinin askeri-memuru olmaya kalkışmaz. Yardakçılık-şakşakçılık bilmez. Garsondan su isterken özür diler. Suyu getiren serçe değil karga olsa teşekkür eder. Kendisinin işte o garson, o garsonun işte kendisi olduğunu bilir. Erdemi, kendi erkinin kendi elinde olmasıdır. Kendine saygısını başkalarının takdirinden değil, kendi özgür benliğinden devşirir. Kendi kararını kendi vermek, başkasının ayağına basmadan doğru bildiği, arzu ettiği şekilde yaşamak, şehri, doğayı, eşitliği, özgürlüğü, demokrasiyi, insan olmaktan gelen tüm hakları savunmak için Hrant’la, Berkin’le, Ali İsmail’le konuşur. İnsanlık onurunun mahalle ahlakıyla çürütülmesine izin vermez, aklından ve vicdanından başka rehber tanımaz. Bedenini, benliğini, kimliğini, olduğu gibi oluşunu cesaretle sahiplenir. Çizgiyi aşmanın düşüncesinin bile cezalandırıldığı dar sosyal çevrelerden çıkmış, gizli-açık bütün engellemelere rağmen ana-baba-akraba-mahalle birleşik cephesinden ayrışmıştır. Anlaşılmaktan çok anlamak, sevilmekten çok sevmek zorunda kalmıştır. Babasının, hele dedesinin evinde doğmamıştır. Doğduğu şehirde okumamıştır. Okuduğu şehirde çalışmamıştır. Her gittiği yeri memleket, her taşındığı evi yuva etmeye uğraşmış, huysuz evsahibiyle haset komşu arasından sıyrılıp kimsenin yolunu kesmeden işine gücüne koşturmuştur. Kendi varoluşunu kendi tırnağıyla biçimlendirmiştir. Vicdanının yargısına güvenmek için başkasının hakemliğine ihtiyaç duymamıştır. Bu toprakların galiz yağmacıları, şimdi bir kez daha, bu kendisi-halis-sahibi-cılız vicdanı söküp atma arefesindedir.
[Ve bu halis vicdan sahipleri, sürgünden-katliamdan habersiz değildir. Bilgisinden saklanmış olanı sezgisiyle bulmuştur: Annesinin kapı önünde beştaş oynadığı çocukluk arkadaşlarıyla her yıl değil de on-yirmi-otuz-kırk yılda bir görüşebilmesinden sezmiştir. Görüştüklerinde, sevinecekleri yerde her biri diğerinin boynunda saatlerce ağlaşmasından sezmiştir. Bitişikteki gavur mahallesinden anneannesinin gününe gelen, bayramını kutlayan, ölüsüne yemek, düğününe çalgı gönderen komşusunun, ailesi ortadan kaldırılınca dedesinin kardeşine nikahlanmasından sezmiştir. Karartma gecelerinin sabahlarında taş sokakta tornet kaydırdığı kankardeşleriyle onyıllar sonra babaların cenazelerinde buluşabilmelerinden sezmiştir.]
Ekrem Düzen
* Kürtler veya Aleviler her ne zaman bir yerleşimde zenginleşmiş ve yağmalanacak hazır mamul sahibi olmuşlarsa orada katledilmişlerdir. Maraş Katliamı (1978) bu tür katliamların en acı örneklerinden biridir.
Serinleyenler