ODTÜ Size İyi Yolculuklar Diler

ODTÜ Devrim Stadyumu

Kaçak

Bir kaçış hikâyesine karıştıysanız sonunda ulaştığınız yerin gerçek bir kaçış sağlayıp sağlamadığını ancak vardıktan sonra anlayabilirsiniz. Bu nedenle ben size nereden kaçtığımdan değil nereye kaçtığımdan söz edeceğim. Oraya yalnızca ‘bir yerden’ gitmek için değil aynı zamanda ‘bir yere’ gitmek için de kaçtığımı anlatabilmek için.

ODTÜye kayıt yaptırdığım güne kadar olup bitenlerden başlıbaşına bir hayat hikâyesi çıkar. Ama bu hikâye benim ODTÜ maceramın yanında bir filmin jeneriği kadar kalır. Jenerikler önemlidir. Hele de böylesine esaretten kurtuluş kareleri üzerine işlenenler. Bir şeyin size ne ifade ettiği biraz da o şeyi nasıl inşa ettiğinizle ilgilidir çünkü. Yönetmen bize filminde yoğunlaşmamızı istediği sahneler için bir bakış açısı hazırlar. Bu açı bizim bütün algılayışımızı temelinden belirleyebilir – geriye dönüp örgüyü sökme zahmetine girişmedikçe. Yine de jenerik fazla uzamamalıdır. İzleyicinin yönetmene sadakati kendi dikkat süresi kadardır; jenerik bu süreyi aşarsa herkes kendisini ilgilendiren sahnelerden başka bir film kurmaya başlar zihninde; bu da yönetmenin felaketi olur.

Jeneriği uzatmayalım. Birinci mesele şuydu: Gitmek zorundaydım. İkinci mesele bunun yanında hafif kalıyordu ama hafife alınacak gibi değildi: Nereye gitmeli?

Gitmek zorunda olmak, beni üniversite giriş sınavlarını geçecek bir noktaya taşımıştı. Burasını da kısa geçelim. Burası bir kez geçildi mi gittiğim yerin niçin doğru kaçış yeri olduğunu daha kolay anlatabilirim.

Terk ettiğim şehre, izninizle, Dostoyevski abimizden ilhamla, S… şehri diyeceğim. Bu şehir İstanbul’a iki buçuk Ankara’ya beş, İzmir’e sekiz saat uzaklıktaydı. Üniversiteye kadar İzmir’e hiç gitmemiş, Ankara’yı iki kez – biri çocukluğumda – ve sadece günübirlik görmüştüm. İstanbul’u ise her iki yakada bazı semtlerin ara sokaklarında gece yarısı karşıma çıkabilecek yan bakmalara yan bakacak kadar iyi tanıyordum – eğer İstanbul’u iyi tanımak mümkünse ve eğer bıyığı yeni terleyen bir ergenin yan yan yürümesi yürüdüğü sokağı tanımasını sağlıyorsa!

Böyle bakınca insan en iyi bildiği yere kaçmalıydı. İstanbul her kaçağın en gizli sığınağı olabilirdi. Bunu daha o zamandan biliyordum. Üstelik ilkokul öncesi çağımın şimdi sadece silik anıları kalmış birkaç yılı da Istanbul’da geçmişti. Lakin akıbet İstanbul değil Ankara oldu. Nasıl olup da İstanbul yerine Ankara’ya gittiğimin hikâyesini de başka sefere bırakmak gerek. Şimdilik bunun en büyük nedeninin ODTÜ’nün kendisi olduğunu söylemekle yetinelim.

ODTÜ’yü hiç görmemiştim, fakat ODTÜlü arkadaşlardan, hocaların lakaplarına, hangi derste ne sorulduğuna, yurtların oda planlarına varıncaya dek çok şey öğrenmiştim. Başka hiçbir yerde tarif edilmeyen o kampüs hayatı bana fantastik görünüyordu. İstanbul’un akla sığmaz esrarından çok başka tınlıyordu bu. Gönlüm o esrara çekiliyordu; fakat ODTÜ, şehirleri pas geçip kendi kulvarında tuhaf bir şekilde öne çıkıyordu. Makul bir nedeni yok ama sınavdan sonra daha çok ODTÜ tercihi yapmadığım için hayıflanmaya bile başlamıştım. ODTÜ’yü kazandığımı öğrendiğim o kutlu gecede aldığım derin nefeslerden, ciğerlerimde hala biraz kalmış olduğuna inanıyorum. S… şehri artık sonsuza dek yok olmuştu. Hiç olmamış gibi. Özgürdüm.

Bedelsiz bir özgürlük yoktur elbette. Ve özgürlüğün bedeli tek bir biçimde ödenmez. Başlangıcından sonuna meşakkat dolu o yıllar benim gibi onlarcasının değil binlercesinin hikâyesidir. Buna eminim. Başka bir zamana bırakılacak bir hikâye daha. Şu an bana kalandan ve bugüne taşınandan söz etmeli.

Torlak

ODTÜ’de 13 yıl yaşadım. Birbuçuk lisans, ikibuçuk yüksek lisans, çeyrek bir asistanlık ve tamamı küsuratlı gecelere bölünmüş 13 yıl. Kapısından girdiğim günden vedalaştığım güne kadar yapmayı hayal ettiklerimin yarısının yarısını bile bugün hala gerçekleştirebilmiş değilim. Muhtemelen bu daha çok benim tembelliğim nedeniyle böyle olmuşsa da etimden et koparak ODTÜ kimlik kartını kayıt ofisine teslim ettiğim 13 yılın sonunda anladım ki mesele tamamlanmamış olmakta değil, inşaatın durup durmadığında. ODTÜ bugün hala inşa edilmekte olan bir üniversite. Buradan tamamlanmış olarak çıkmak işin özüne ters. Hedef tamamlanmak olduktan kere insan kırmızı kiremitli, yeşil pancurlu ve bahçesinin bir köşesine maydanoz ekilen bir ev gibi tamamlayabilir kendisini. Bu o kadar da zor değil. Ama hedef özgür olmaksa bu bir tamamlanma projesiyle gerçekleştirilemez. Çünkü özgürlük, elde edilen ya da sahip olunan değil inşa edilen bir evdir. O evde oturamazınız. Oturmayı hayal edersiniz. O evde oturmaya başladığınız gün esaretiniz de yeniden başlar.

Çok uzun sürdü ODTÜ’ye alışmam. Çocukluğun ‘alışmak’la ‘sevme’yi ayıramadığı evresindeydim. Bir yandan şehir zorluyordu beni bir yandan ODTÜ’nün kendisi. Ankara, alışılacak gibi değildi. Bence hala da değil. Ankara’yı sevmek o kadar çok çaba istiyor ki sonunda bir seviş oluştuğunda insan gerçekten Ankara’yı mı yoksa artık uğruna harcadığı emeğini mi sevmiş oluyor, emin değilim. Herhalde o da beni pek sevimli bulmadı. Aramız hep biraz soğuk kaldı. Ilıdığı anlarsa zaten ya dünyanın tutuştuğu ya da kimsenin kimseyle arasının nasıl olduğuna aldırmadığı zamanlardı.

ODTÜ’yle ise önceleri sokakta rastlaşa rastlaşa birbirine aşina olan iki semt insanı gibi başladı ilişkimiz. Bir bahane uydurup sohbeti başlatma adımını ne o attı ne ben. Üçüncü bir unsur gerekir ya böyle her biri kendine ketum iki unsurun aşinalığının tanışmaya dönüşmesi için, bizimki de öyle oldu.

S… şehrindeyken, son bir iki yılda, zorlaya zorlaya, miktarı çok az, besin değeri çok düşük de olsa tazeleyici bir hayat bulabilmiştim. Burada ise ortalıkta boyasız gri binalar, çok bakımlı çiçek tarhları ve fena halde birbirine benzeyen tiplerden hatta ‘tip-gruplarından’ başka pek bir şey görünmüyordu. Neredeydi bu mahallenin fırını?

Aylar sonra bir gün yemekhanenin ilan panosunda gördüğüm bir duyuru bana doğru adresi söylüyordu. ODTÜ Tiyatro Topluluğu tanışma duyurusu asmıştı. Tiyatro Topluluğu, 12 Eylül’ün yavrularından YÖK’ün ilk icraatları sırasındaki bulanık günlerde başka pek çok faaliyet gibi bilinen ve bilinmeyen nedenlerle kapatılmıştı; şimdi yeniden toparlanacaktı. Tiyatroyla, sahne alma hevesinden çok tiyatro metinleri nedeniyle ilgiliydim. Belki de bu yüzden diğer duyurular dikkatimi çekmemişti. Bu okulda benim de konuşabileceğim insanlar olmalıydı elbet ve bunların hiç değilse bir kısmı Tiyatro Topluluğu’nda bulunmalıydı. Sonradan, meğerse konuşabileceğim başka pek çok insanın ve pek çok zeminin var olduğunu anlayacaktım ve oralardan da nasibimi almaya çalışacaktım. Yine de Tiyatro Topluluğu benim için eşsiz bir başlangıç oldu. Ve başlangıçlar önemlidir; sonradan nerelere uğranacağını, hangi yollardan gidileceğini ya da geri dönülüp dönülmeyeceğini başlangıçlar belirler. Daha önemlisi, yola kimlerle başladığınızdır. Çünkü insanı yola getiren de yoldan çıkaran da arkadaşlarıdır.

Öyle de oldu. Benim gibi yeni başlayanların çoğu için ODTÜ demek kısa zamanda Tiyatro Topluluğu demek oluverdi. Başka pek çok topluluk gibi ODTÜ Tiyatro Topluluğu da okuduğunuz bölüm dışında bir bölüm daha okumak gibi bir şeydi.  Orada başlayan sıkı dostluklar, uzak yakın ahbaplıklar bugün hala sürüyor.

Gel gör ki 12 Eylül zulmü henüz hızını kesmemişti. Hazırladığımız oyunları tam sahneleyecekken topluluğumuz kapatıldı. Tabii ki sudan bir bahaneyle. Toplu imzalı dilekçe vermenin de toplu sinema tiyatro bileti alıp satmanın da anarşi ve terör eylemi sayıldığı bir dönemde, Tiyatro Topluluğu olarak birkaç kişi bir tiyatro oyununa gidecek olmamız Topluluğun bütün bütün kapatılmasına yetti.

İki ayrı oyun hazırlıyorduk. İkisi de savaş karşıtı ve antimilitarist oyunlardı. 1984 yılında, 12 Eylül faşizminin baskısı altında böyle oyunları sahnelemeye kalkışmak da bu kalkışmanın ‘cezalandırılmasına’ karşı koymak da pek kolay değildi. Darbenin ilk günlerinde içeri alınmış abilerimizin, ablalarımızın çoğu  henüz mahkemeye bile çıkmamıştı. Çıkarılanlar ise mahkemeye gerçek insanlar olarak değil, güçleri tükenmiş, bedenleri, ruhları, onurları iğfal edilmiş olarak gelebiliyorlardı. Hal böyleyken siz nereye savaş aleyhtarı, antimilitarist oyun sahnelemeye soyunuyorsunuz a kendini bilmezler! Tiyatro mu yapıyoruz burada!

Sonunda oyunlar başka yerlerde sahnelenebildi ama ODTÜde sahnelemek mümkün olmadı. Topluluğun tekrar açılması ise üç-dört yılı bulacaktı. Üstelik ilk anda “ODTÜ Oyuncuları” adıyla değil “ODTÜlü Oyuncular” adıyla faaliyet gösterecekti. Yeniden “ODTÜ Oyuncuları” adına kavuşması için bir-iki yıl daha geçmesi gerekecekti.

ODTÜ, başka her yer gibi 12 Eylül hukuksuzluğundan nasibini yeterince alıyordu. Ama bulabildiği her yolla direnmeye de devam ediyordu. Bizim tiyatro çalışmalarımız, oyunlarımız bu direnmenin en sade örnekleriydi. Kapatılmış bir topluluk olarak oyunlarımızı ille de sahneleme çabamız da öyle. Varsın ODTÜ kampüsü içimde olmasındı. Oyunlarımız sahnelemeye devam etmezsek yarın bir gün kendi yerimize dönme ihtimalini besleyemezdik. Ürke korka, arada hafifçe yükselse de genellikle alçak sesle konuşa konuşa, birbirimize yaslana yaslana devam ettik. Çok da iyi ettik.

Zannedilmesin ki şu bahsettiğim dayanışma, sürekli bir coşku hali veya bayram havası içindeydi. Ya da ben ‘çok önemli roller’ üstlenmiştim. İki anlamda da ‘küçük’ rollerim vardı. Bu dayanışma sürecinde ancak çorbaya tuz ayarında bir duruşum olduğunu söylemeliyim. Öte yandan, oyunların sadece bir tanesinde üstelik gayet figüran bir rolüm vardı. Zaten bütün tiyatro maceram boyunca hiç önde figürlerden biri olmadım. Buna zaman zaman heves etmedim değil. Gençlikte oluyor öyle popüler olayım, âlem beni görsün bayılsın, dibi düşsün hevesleri. Asıl ilgi alanım kimlerle oturup ne konuştuğumdaydı. Ben ilgi ihtiyacını insanların seyretmesiyle değil de dinlemesiyle doyuranlardanım. O gün de öyleydi bugün de öyle. Nihayetinde o oyunlar oynandı. Bunların hikayesini yaşayanlar anlatmalı. Öyle az emekle ortaya çıkmadılar. Ben sadece yakın durmaya, oralarda olmaya çalıştım. Bu bir yandan benim kişisel bir ihtiyacımdı diğer yandan ise başka türlüsünü henüz bulamadığım bir nefes verme biçimi. Eğer nefes vermezseniz, alamazsınız.

ODTÜ’nün ne olduğunu da işte bu dışındayken de içinde olabilme halini yaşarken anlamaya başladım. Kendimi hayat tecrübesi olmayan bir çaylak olarak görmüyordum hiç. Tersine, etrafımdaki pek çok kimsede olmayan deneyimlere sahiptim. Ama ben de bazı noktalarda öylesine kör ve cahildim ki etrafımda ne olup bittiğine çoğu kez hiçbir anlam veremiyordum. Bir tarafta ittifak kurmaktan geri duran ve statükoyla didişmektense birbirini dişlemeyi yeğleyen küçük insanlar vardı diğer tarafta ise yanyana duran, destekleyen, yol gösterenler. “Her yerde olduğu gibi,” denilebilir. Mesele, ODTÜ’nün “her yer” olmamasıydı; öyle olmaması gerektiğiydi. S… şehrinin tarih-öncesi sürreel halleri bana artık dokunamıyordu. Anababamın benimseyip içine girmeme, üstüme giymeme rıza göstereceği, hatta mutlu olacağı kalıplarla aramı bir çırpıda açmıştım. Ergenlik görevimi tamamlamıştım. Ben bu ikisinden – o muhafazakar şehirden ve o makul aileden – kurtulursam dünya avucumun içine girer ben de zirvesine çıkarım sanıyordum. Hele de ODTÜde olursam. ODTÜ, her devrimin kalesiydi çünkü. Dalkavukluk ve münafıklıktan arınmış olması gerekirdi.

Sonra sonra anladım: ODTÜ’nün muhalif çizgisi hiç de öyle kalın fırçayla çizilmiş değildi. Tekdüze, hiç değildi. Tersine, çok ince hatların bir araya gelmesiyle oluşmuş karmaşık ve bir çizgiydi. Nasıl oluyorsa sonunda bir temel nota duyuluyordu ama bu, gerçekte çok ayrık durabilen soloların oluşturduğu kastedilmemiş bir armoniydi. Küçümseyenlerle abartanlar, ispiyoncularla dalkavuklar, suret-i haktan görünenlerle riyakarlar – hep bir aradaydık. Doğu yamaçtaki Jandarma Karakolu’nun iki yanı boyunca dikenli teller uzanırdı. Batı düzlüğünde ise önünüze hiçbir engel çıkmazdı. Kuzey’deki giriş kapısı ODTÜ kimliği olmayanlar için ne kadar sıkıntılı olabiliyorsa Güney ormanları, gözden ırak olmak isteyenler için o kadar kucak açıcıydı. Bugün bu topluluğunuzu kapatanlar yarın şu topluluğun falanca faaliyeti için uzun yol otobüsü tahsis edebilirdi. Şimdi sakal yasağına muhalefet eden öğrencileri derse almayan hocalar biraz sonra aynı sakal yasağını protesto etmek için onca yıllık akademik kariyerlerini bir çırpıda yakabilirdi.

Bana ODTÜ’nün ne olduğunu ilk anlatan sahne de işte böyle bir dışındayken de içinde olabilme sahnesidir.

Korkak

Bir gün Mimarlık Fakültesinin önündeki çimlerde bir grup öğrencinin oturma eylemine denk geldim. Bu kez yıl 1983, henüz Tiyatro Topluluğu ile tanışmadığım günler, ODTÜ’deki ilk haftalarım, havaların iyi gittiği bir sonbahar ortası. Eylemciler ne için oturuyorlardı, neyi protesto ediyorlardı bilemiyordum. Küçük bir gruptu. Grubun etrafını jandarma çevirmişti ve askerlerin başındaki, bütün ODTÜlülerin yakından tanıdığı benim de daha geldiğimin haftasında adını öğrendiğim başçavuş, birkaç dakikada bir gruba seslenerek dağılmalarını yoksa kendisinin zorla dağıtmak zorunda kalacağını söylüyordu. Grup birkaç dakikada bir sloganlar atıyor, Rektör’le görüşme taleplerini yineliyor ve bu talep kabul edilmeden yerlerinden kalkmayacaklarını bildiriyordu. Ortada tuhaf bir manzara vardı. Çimlerde bir grup öğrenci, onların etrafında çepeçevre askerler ve dış halkada benim gibi oradan geçerken mevzuya maydanoz olmuş tipler. Başçavuş ara sıra bu dış halkaya doğru hamle yapıyor “hadi işinize, dağılın” gibi sözler söylüyordu. Dış halkadakilerin bazıları birkaç adım geri çekilip yoluna devam ediyor, bazılarıysa sadece yan yan ve küçük küçük yer değiştirip grubun etrafında oyalanmaya devam ediyordu. Ben ne yapacağımı bir türlü kestiremiyordum. İçimde iki ses çarpışıyordu. Biri, “gir içeri ve otur, buradan böyle yürüyüp gidemezsin” diye cesaretlendiriyordu; diğeri ise “oğlum işin mi yok, sen buraya dipçik yiyip fişlenmeye mi geldin” diye beni ürkütüyordu. Göz ucuyla bir oturanları bir dış halkadakileri kolluyordum. Dışarıdan içeriye girmeye teşebbüs edenler olursa ben de onlarla beraber girip oturacaktım. Ama bunu tek başıma başlatacak yürek yoktu bende. Başçavuşun dış halkaya yönelik her hamlesinde ben de hafifçe yerimi değiştiriyordum, o kadar.

Zaman geçiyordu. Grubun etrafında dönüp duruyordum. Öğle vakti tepeye çıkmış sonbahar güneşi kendini iyice hissettiriyordu. Neredeyse terleyecektik. Ara sıra askerler çemberi daraltıyor sonra grup silkindikçe biraz geri çekiliyorlardı. Bir saat geçmiş olmalıydı, belki de iki saat. Herkesin tepesi benimki gibi pişmiş olmalıydı. Sonra birdenbire, Mimarlığın ana kapısından ellerinde kantin tepsileriyle dört beş kız çıkageldi (o yıllarda kadınlara, eğer hala öğrenci iseler, kadın demeyi öğrenmemiştik). Asker çemberine hiç aldırış etmeden, sanki ortalıkta dikkat edilecek hiçbir şey yokmuş gibi doğrudan grubun içine daldılar. Tepsilerde su, gazoz, simit, bisküvi falan vardı. Oturanlara bunları dağıttılar. Eylemcilerin kimi sadece su aldı kimi birkaç parça simit bölüştü. Ne asker ne başçavuş hiçbir müdahalede bulunmadı. Şaşakalmıştım. Bu sahnenin bir açıklaması olmalıydı. İçimden, “nasıl olsa çekip gidecekler ya o yüzden başçavuş bunlara bir şey demedi herhal,” falan diye geçiriyordum. Oysa öyle olmadı. Kızlardan bir ikisi tepsileri ve boş bardakları alıp tekrar kapıya yöneldiler. Ama diğerleri grubun içinde kaldı. Onlar da diğerleriyle birlikte oturdular. İşte ben de ancak o zaman asker çemberinden geçip grubun kenarına ilişiverdim.

Bu olayın üzerimdeki etkisi o gün neyse bugün de odur. O kızların dosdoğru grubun içine yürüyüşleri hiç gitmez gözümün önünden. Bunu bu kadar çarpıcı yapan şey o kızların kimlerden sayıldığı. Su ve simit dağıtan kızlar Mimarlığın gayet şık şıkırdım burjuva kızlarıydı, eylemci grubun devrimci kız arkadaşları değil. Bu, inanılması güç bir sahneydi. O kızların üzerlerindeki herhangi bir aksesuar benim gibi zibidilerin bir aylık tayınından fazla ederdi. Hem eylemcilerle burjuvalar hasım değil miydi? Olağan hallerde bir devrimci tip uzaktan kesmeye kalksa hiçbir şekilde pas vermeyecek hatta selam almayacak bu kızların burada ne işi vardı? Hangi fikirle ve hangi cesaretle eylemcilerle dayanışmaya kalkışmışlardı? Gündelik olarak bu burjuva kızlar Pazar yürüyüşüne çıkmış İngiliz aristokratı kadar sakin durur ve kurşun geçirmez zırh giymişçesine güvenle yürürlerdi. İyi de, etrafı askerle çevrilmiş bir grubun içine böyle fütursuz dalmak için bundan daha fazlası gerekmez miydi?

Bu davranışı açıklamak için pek çok hipotez üretilebilir. Korkacak birşeylerinin olmadığı, zaten statükoyla işbirlikçi oldukları için kayırılacakları, anaçlıklarının tuttuğu, askerlerin kız öğrencilere dokunmaktan mümkün mertebe kaçınacağı, vesaire vesaire söylenebilir. Ama bunlar bana yetmiyor. Birincisi, bütün bu hipotezlere yol açacak örneklerin aksi örneklerini göstermek mümkündür. İkincisi ve daha önemlisi, bu burjuva kızların bu eylemci insanlarla aynı fikir düzlemini – hem düşünce hem de eylem bağlamında – neredeyse hiç paylaşmadığını dünya alem biliyor. Bunun başka bir açıklaması olmalıydı!

Cesur

Bu sahneden sonra ODTÜ benim için artık bir tanıma kavuşmuştu. Sözlere dökülebilecek bir tariften çok bir imgeye bürünmüş, bir resim halini almıştı. Bu, büyük bir resimdi ve ilk anda bütününü kavramak zordu; hele ayrıntılarını kavramak zaman ve emek istiyordu. Yıllar içinde, düzenleyicilerinden biri olduğum hatta yürüyüş kolunun en başındaki bez afişi taşıdığım birkaç eyleme katıldığım olduğu gibi, uzaktan bakıp geçip gittiğim eylemler de oldu. Hangisinde niye bulunduğum ya da bulunmadığımı rasyonel gerekçelerle açıklayamam. Emin olduğum tek şey, katıldıklarımın içine doğrudan yürüdüğüm, katılmadıklarımın yanından da doğrudan geçip gittiğimdir. ODTÜ’nün bana ilk öğrettiği budur. S… şehrinde yaşamanın yolunu ancak eğri çizgiler çizerek bulabiliyordum. Şimdi anlıyorum ki ben biraz da bu eğri çizgilerden kaçmışım. Ve bana doğru çizgilerle yürünebileceğini gösteren bir yere gelmiştim. İnsan önce cesur olup sonra işe koyulmuyor, tersine, önce işe koyuluyor ve eğer o iş doğru bir çizgiyle çiziliyorsa biraz cesaret kazanıyor. Cesaret de başka şeyler gibi insanın kendi yapıp etmelerinin bir ürünü. Gökten zembille inmiyor. Eğer ODTÜ materyalist olmakla itham ediliyorsa bu bir itham değil ancak bir övgü olabilir. Çünkü ODTÜ, insanlarından cesur olmayı talep etmiyor, bunu onlara öğretiyor.

Nasıl ki tiyatroda çok önde bir figür olmadıysam bütün üniversite hayatım boyunca hiçbir zaman öne çıkan bir eylemci de olmadım. Sözünü ettiğim birkaç eylem numuneliktir. Bana kendimin ne mal olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Ama bunlardan kendime bir pay çıkararak söz etmek, en hafif tabiriyle alçaklık olur. İşaret etmeye çalıştığım şu: İnsan bir kez etrafı tehditkar bir çemberle çevrili kırılgan bir bölgeye dümdüz yürünebildiğini görünce artık hayatının eskisi gibi olamayacağını anlıyor. Demek ki güvenli bir dışarıdan, tehlikeli olduğu gün gibi aşikar bir içeriye böylesine kaygısız bir yürüyüş mümkünmüş. Beni tiyatro topluluğuyla tanışmaya sevk eden de buydu. Bu nedenle tiyatro topluluğu ODTÜ’de nefes almayı ve tek bir soluk bile olsa nefes vermeyi öğrendiğim ilk mecra oldu.

Devamı da geldi. Herkesin çok alkışlayıp çok rağbet ettiği bir bölümü bırakıp pek çok kişinin o zamanlar adını telaffuz etmekte zorlandığı bir bölüme geçtim. Benim asıl eylemim buydu. Gelecek vaad etmeyen bir bölüme geçmek hayatımı değiştirdi; beni bir üniversite mezunu olmanın ötesine taşıyıp bana bir gelecek kazandırdı. Denilebilir ki bu her yerde yapılabilir, kişisine bağlıdır. Doğrudur. Ama o gün orada o eylemciler olmasaydı, o kızlar değil de başka kızlar olsaydı, ertesi yıl tiyatro topluluğu yeniden toparlanmaya kalkışmasaydı, orada o insanlarla o dostluklar kurulmasaydı… ne nasıl olurdu kimse bilemez. İlk mesele, bulunduğu yerde kişiyi o kişi yapmak için gerekli şartların olup olmadığıdır. İkinci mesele, o kişinin bu unsurları kendisini inşa edecek bir karışıma dönüştürüp dönüştüremediğidir. ODTÜ şunu söylüyordu: “Burada seni sen yapacak unsurlardan yeterince var, senin yapman gereken ise doğrudan içine yürümek.” Başka bir üniversitede olsaydım ben yine ben olduğum için kendime uygun bir bölüm değişikliği yapardım belki. Ama belki de yapamazdım; çünkü başka bir yer bana doğrudan içine yürümemi söylemeyebilirdi. ODTÜ bunu benim adıma yapacağını söylemiyordu. Yapacak olan sensin diyordu. Yürürsen yaparsın, yürümezsen avcunu yalarsın. Söz vermiyordu, ama eylemin arkasında duruyordu. Canım kurban böyle materyaliste!

Esir

Bir kış vakti, bir gece yarısı, iki arkadaş, ODTÜ’nün doğu yamacının arka yüzünde yeni mantarlayan bir semt olan İşçi Blokları’nda bir eve gitmemiz icap etmişti. Bunun için Jandarma Karakolu’nun tuttuğu ve etrafı tellerle çevrili tepeyi geçmek zorundaydık. İcap neydi, şimdi artık bir önemi yok. Sadece, tiyatrodan bazı arkadaşların bazı mevzularıyla ilgili olduğunu kaydedelim, yeter. Önümüzde biri kolay diğeri zor iki engel vardı. Kolay olanı, saat 24:00den sonra yurt binasından çıkmaktı. Yurtların kapıları 24:00de kilitlenirdi ve bina dışına çıkmak resmi olarak yasaktı. Bu engeli daha önce defalarca aştığımız için ne yapacağımızı biliyorduk. Ama ikinci engel hem zor hem de tehlikeliydi. Zordu, çünkü gece karanlığında, ormanlık alanda ve dizboyu karda bir geçiş yapacaktık. Tehlikeliydi çünkü Jandarma bölgesinden geçecektik ve eğer yakalanırsak başımıza ne geleceğini pek kestiremiyorduk.

Jandarma Karakolu’nun mümkün olduğunca uzağından ama İşçi Blokları hizasını kaçırmayacak bir noktadan ormana daldık. Çizmelerimizin karda çıkardığı sesten, hatta kendi nefesimizden bile tedirgin oluyorduk. Elimizden gelse yere basmadan, nefes almadan yürüyecektik. Karşımıza her an bir nöbetçi çıkabilirdi ve biz böyle bir sahneye karşı tümüyle hazırlıksızdık. Bir an önce tel örgülere ulaşmaya çalışıyorduk. Orayı bir kez geçtik mi ardımızdan görülsek bile peşimizden gelmeyeceklerini umuyorduk.

Nihayet tel örgülere vardık. Ve tabii derin bir oh çektik. Fakat bir şey vardı ki beni rahatlattığı kadar huzursuz da etmişti. Yeterince derin bir oh çekmeme engel olduğunu bile söyleyebilirim. Tel örgüler sağlam değildi. Daha doğrusu yer yer sağlam, yer yer yırtıktı. Bizim geçtiğimiz hat yürüne yürüne neredeyse bir patika haline gelmişti. Kar üstünde yürüyenler iyi bilir. Birkaç kez yüründükten sonra üzerine tekrar kar yağsa bile belli olur o kar patikaları. İşte bizim geçtiğimiz noktada da böyle bir kar patikası oluşmuştu. Belli ki o nokta çok kullanılan geçişlerden biriydi.

Bunun neresi mi tuhaf? ODTÜ’deki Jandarma Karkolu’nun o yırtık tel örgüleri ya da kaçak geçiş patikalarını bilmediğini ya da tamir edecek gücü olmadığını hiç sanmam. Alenen göz yumuluyordu. Bu göz yummanın sebebinin tembellik ya da işi savsaklamak olmadığına da eminim. Buradaki göz yumma bir ‘müessesse’ olarak iş başındaydı. Böyle bir müessese çarpık ya da uygunsuz bulunabilir; öyledir; gelgelelim bu müessesse vardı ve çok önemli bir iş görüyordu: Tansiyon azaltıyordu, riski düşürüyordu ve başka türlü, daha da olmadık yöntemlere başvurulmasını engelliyordu.

ODTÜ’nün anlamı burada bir kez daha karşıma çıkmıştı: Eğer yürüyüp geçmeye karar verirsen bil ki sınırları dahilindeki Jandarma Karakolu bile biraz ODTÜ’ye benzemiştir. Seni elinden tutup oradan geçirmez. Hatta bunu yapmaman için sana gözdağı verir; ama geçmeye kararlıysan yoluna çıkmaz.

Özgür

Her ODTÜ kuşağı, kendisinden sonra gelen kuşakların ODTÜsü için “ODTÜ öldü abicim, bitti, bu zibidiler [yeniler] ne anlar ODTÜden, ODTÜlülükten” der. Benim de demişliğim vardır. Ta ki ODTÜdeki McDonald’s kapanıncaya kadar. ODTÜ McDonald’s’ın kapanma hikâyesi bence doktora tezi olabilecek karmaşıklıkta bir fenomendir. Bu kapanışı tümüyle ODTÜlülerin eylemlerine, örneğin sol hareketliliğe maletmek muhtemelen hakkını tümüyle vermek olmayacaktır. Memlekette veya dünyada ODTÜ McDonald’s’la eş zamanlı kapanan başka şubeler de vardır falan filan. Burada dikkat edilmesi gereken ODTÜdeki McDonald’s’a yönelmiş protestoların diğer benzer yerlere yönelmemiş olduğudur. McDonald’s hedef seçilmiştir ve diğerleri hedef seçilmemiştir. Bunun nedenini bir çırpıda anlamanın kolay olduğunu sanmıyorum. Tez konusu olmaya yakıştırmamın sebebi ise burada araştırmaya açık bir sosyal gen aktarımı olduğuna ilişkin kuvvetli kanaatimdir.

Diğer benzerlerinin aksine ODTÜ McDonald’s’ın konuşlandığı bina müstakil bir binadır ve McDonald’s öncesi dönemlerde “Güdaş” diye bilinen, benim zamanımdan kalma daha eskilerin ise “Pastane” diye andığı yerdir. Bu mekânı bu kadar özel yapan ise zamanında öğrenci örgütlenmelerinin merkez binası olmasıdır. Benim kuşağım bunu duya duya, kendisinden sonraki kuşaklara anlata anlata mezun oldu ODTÜ’den. Belki de bu tümüyle bir efsanedir. Bizim duyduğumuz bu binanın zamanında ÖTK’nın (Öğrenci Temsil Kurulu) binası olduğuydu. Öyle de inandık. Bütün günahlarıyla ve sevaplarıyla, ÖTK bizim bildiğimiz kadarıyla ODTÜ’nün yönetiminde söz ve oy hakkına sahip bir örgütlenmeydi. Burada, yandaş ya da karşı bir söz söylemeye çalışmıyorum. O günlerde olsa muhtemelen ÖTK ile çok ayrı kulvarlarda olurduk. Lakin söz ve oy hakkı deyince işler değişiyor. Mesele birileriyle aynı görüşlerin paylaşılıp paylaşılmaması değil, hepimizi tanımlayan ve kimliklerimizin tamamlayıcı unsuru olan üniversiteli kavramının söz ve oy hakkına sahip olabileceği, buna sahip olunmuş olduğu fikrinin taşınması, korunması ve aktarılmasıdır.

Sol hareketlilikle ilgili olsun olmasın ODTÜdeki pek çok öğrencinin McDonald’s’ın kapanmasına sempatiyle bakması önemli bir göstergedir. Bu göstergenin neyi gösterdiği ODTÜ tarihi açısından çok kritiktir. Benim hipotezim, ODTÜ’nün kuşaktan kuşağa aktardığı sosyal genlerin bu binada McDonald’s’ın bulunmasına razı olmadığıdır. Yerine gelenin McDonald’s’tan daha az amerikan, daha az emperyalist daha az bilmemne olmasının konuyla ilgisi yoktur. Konuyla ilgili olan, McDonald’s’ın temsil ettiği anlayışın taşıdığı sosyal genlerle ODTÜ’nün taşıdığı sosyal genlerin çarpışmasıdır.

ODTÜ bugün hala ideolojik çatışma kavramıyla birlikte anılıyor. Bundan gocunmayı yersiz buluyorum. McDonald’s’ı protesto eden öğrencilerin protesto ettikleri McDonald’s’ta takılabildiklerini ya da protesto etmedikleri ve yeni yapılmış “Çarşı”da konuşlanmış falanca hamburgerci veya pizzacıda afiyetle ikincisi bedavalarını yiyebildiklerini gözümün önüne getirebiliyorum. Zaten olması gereken budur. Bir hamburgerciye savaş açmak aptalcadır. Ama öğrencilerin söz ve oy hakkını savunan yegane müessesenin kalıntıları üzerinden her tarafı hamburgerciye çevirmeyi meslek edinmiş bir zihniyeti protesto etmek doğrudur, meşru bir haktır.

ODTÜ’de, Jandarma Karakolu yolunda bütün gece lastik yakarak Gorbaçov’un ODTÜ ziyaretini protesto ettikten sonra ertesi gün McDonald’s’ta hamburger yiyenleri, McDonald’s’ın camlarını kırdıktan sonra başka bir küresel markanın mekanında yiyebildiği kadar pizzayı arkadaşlarıyla paylaşanları hayal etmek mümkündür. ODTÜde sınırlar dışarıdan göründüğü gibi önceden tanımlı değildir. Birlikte yoğrulmanız gerekir. Çünkü ODTÜ, yürümeyi göze alanların içine girebildiği bir özgürlük alanıdır. Çelişkiler ve ağlaşmalar yürümeyi göze almamaktan, yürüyüp içine girmeye kalksa o özgürlük alanında ne yapacağını bilmemekten kaynaklanır.

ODTÜ, yürüyüşün sonunun nereye çıkacağını açıklamaz, nasıl yürürsen ne elde edeceğine işaret etmez, yürüyüş yolunu senin için açmaz. ODTÜ, sınavda hangi soruların çıkacağını önceden bildirmez. Hatta en çok da derste anlatmadığı yerlerden sorar. Sana o devasa ve eşsiz kütüphanesini açmıştır. Bu kütüphane dünyanın en büyük veya en zengin kütüphanesi değildir. Ama orada dünyanın en büyük ve en zengin kütüphaneleriyle aynı soydan bir havayı hep taze tutar. O kütüphanede birbirini yalanlayıp duran eserler bulunur. Ve o kütüphane, yavaş veya hızlı, durmadan büyür. ODTÜ bunun için savaşır. Zahmet edip o kütüphaneye ayağını alıştıran kişi ODTÜ’den aklın ve vicdanın her köşesine yollar uzandığını görür. ODTÜ kendi kütüphanesinden açılan yollardan yürümek isteyenlere, içten gülümseyerek iyi yolculuklar diler.

ODTÜ’de sadece bir öğrencilik evresi yaşamadığıma inanıyorum. ODTÜ’de bulunduğum süre boyunca, dosdoğru içine yürümeyi göze aldığım her alan anlatmaya değer bir yaşam deneyimine dönüştü. Tiyatro topluluğu, birlikte yapılan bir yürüyüşün nerelere uzanabileceğini öğretti. Hayat bundan ibaret değil. Ben bunu öğrenecek kadar şanslı oldum. Ama başlangıçlar önemlidir. Çünkü başlangıçlar sadece ufkunuz değil menziliniz üzerinde de söz sahibidir.

Ekrem Düzen

Bir yorum

  1. tibor dery’nin yorumudur: 17 Şubat 2013 10:55

    1982 dahil 12 yılım ODTÜ’de geçti, Ekrem bey. Sizinle konuşmuşluğumuz da çoktur. Mesela, Psycho ortak arkadaşımızdı. Son kitabını da büyük bir zevkle okudum. Neyse, adımı yazmayacağım… Çok zaman geçti ve mevzu başka…

    Zaman zaman ODTÜ ile Boğaziçi kimi bakımlardan karşılaştırılır. Kendi adıma söyleyeyim, hiçbir ODTÜ’lünün Boğaziçi’ye taş attığını görmedim. Tersi, Kerem beyin yazısıyla örneklenebilir. Dahası, Kerem Bey ODTÜ adının, kimi şeylere taş atmak için kullanıldığını da örneklemektedir ve çok anlamlıdır. Nedenini de açıklamaya çalışacağım.

    Benim niyetim de Boğaziçi’ye taş atmak değil; yalnızca bir saptamam olacak, hepsi bu. İmdi, Kerem bey de anlatmış, Boğaziçi bir “özgürlük adası” imiş. Ne güzel! Ama, kurgulanmış, oluşturulmuş bir özgürlüktür bu. Neden böyle söylüyorum? Çünkü, Kerem beyin yazısından okuyabildiğim kadarıyla, kendisi öğrencilik yıllarında “öze değgin” bir çatışma yaşamadığını ballandıra ballandıra anlatmaktadır. Demek ki, sunulmuş bir özgürlüğün sözünü etmektedir. Kazanılmış bir özgürlüğün değil! Çok yazık.

    ODTÜ böyle değildir. 12 Eylül sonrasında belki 10 yıl politik baskı azala azala, ama hep derinden hissedilmiştir. Bunun bir nedeni ve anlamı olsa gerektir. Önemlidir. Bugün de önemlidir. Çünkü, ODTÜ’ye ve ODTÜ’lüye boyun eğdirmenin “genel” bir anlamı vardır. Kerem Beyin ODTÜ ziyareti de, bu 12 Eylül sonrası dönemde (1986) gerçekleşmiştir. Böyle olmasaydı da, Kerem Beyin ODTÜ’yü sevebileceğini sanmam; çünkü, kendisine “güle güle” diyen ya da sizin yazınızın başlığıyla “iyi yolculuklar dileyen” ODTÜ olmuştur. ODTÜ, beleşçi özgürlükçülere yüz vermez.

    ODTÜ’de sunulmuş özgürlük alanı, belki bugün için de sınırlıdır. ODTÜ yalnızca özgürlüğün olanağını sunar. İşin can alıcı noktası da budur. Ne yöne gideceğiniz, hangi yolda ilerleyeceğiniz, özgürleşip özgürleşemeyeceğiniz size kalmıştır. Gidilebilecek çok yol vardır. Kimi çetin, kimi kolay, kimi uyduruk. Özgürlük kalıba girmez. Kerem beyin bilemediği ya da ona yabancı olan da budur. McDonalds Olayı, yazdığınız gibi, çok çarpıcıdır ve ODTÜ’nün ve ODTÜ’lünün özgürlük bakımından kalıba girmezliğini de iyi örneklemektedir.

    Kar patikası ile ilgili saptamanız da yerindedir. Bu, o zamanlar ODTÜ’nun sunduğu bir olanaktır. Kullanıldığında farkedilir ya da farkedilmeden kullanılır. Her durumda, belirli bir özgürlük alanı açar. Bilincine varan kişi, özgürlüğün olanağını kullanır. ODTÜ ses çıkarmaz. Ve aptallık edilmediği, kimseye zarar verilmediği sürece, tersine tanık olmadım. Kerem Bey ODTÜ’nün tedrisatından geçseydi, Boğaziçi’nin özgürlük bakımından örneklerini sıraladığı şeylerin ODTÜ’de de olabileceğini (olduğunu değil) görürdü.

    ODTÜ’lüler niçin ODTÜ’yü severler? Çünkü, bir bakıma her biri kendi ODTÜ’sünü kurgular ve az çok yaratır. Başkalarının kurguladığı özgürlük çizelgelerinden daha anlamlı ve değerlidir bu; ve hemen her ODTÜ’lüdeki ortak ruhun mayasıdır.

    Selam ve sevgilerimle.

    Beğen

Yorumlayınız: