Kendine Hesap Verebilmek
Cumhurbaşkanlığı seçimine giren adayların favorisi skandal, rakibi fiyasko. BU seçimde Tayyip’e* oy verecek olanlar kime, neye, ne için oy vereceklerini biliyorlar. Ne yaptıklarının son derece bilincinde hareket ediyorlar. Ellerinde daha iyisi yok. Bugüne kadar kendilerini daha iyi anlayan, ihtiyaçlarına cevap veren, insan yerine koyan çıkmadı. Tayyip kendi seçmen kitlesini temsil etmekle kalmıyor, bu kitlenin tüm karar alma ve iş görme gücünü de şahsında toplamak istiyor. Bu kitle o gücü Tayyip’e verecek. Tayyip, kitlesine hizmette kusur edeceği güne kadar iktidarda kalacak. Kusur ettiği gün o kitle bu Tayyip’i, iktidara çıkardığından daha büyük gümbürtüyle alaşağı etmeyi bilir. Sen ben daha ne olduğunu anlamadan bir bakmışsın Tayyip uf olmuş. Lakin bugün o gün değil, bugün tarafların her biri diğerinden memnun, razı.Selahattin’e oy verecek olanlar da kime, neye, ne için oy vereceklerini biliyorlar. Onlarınki bir varoluş mücadelesi olduğu kadar bir haysiyet mücadelesi aynı zamanda. Haysiyetsiz yaşamaktansa ölmeyi tercih edeceklerini kırk kez kanıtladılar. Bir kez daha sınanmaya ne onların ihtiyacı var ne de başkası böyle bir sınamayı göze alacak cesarete sahip. Barışı kendileri için değil herkes için istiyorlar. Herkes için barış olmadığında kendilerine de barış gelmeyeceğini ilk onlar öğrendi. İntikamın hamlığından adaletin olgunluğuna erişmenin ne olduğunu işkencelerden geçe geçe ilk önce onlar kavradı. Demokrasinin su gibi aziz hava gibi elzem olduğunu hapishane romatizması gibi iliklerinde biliyorlar.
Ekmeleddin’e oy vereceklerin durumu pek vahim. Bir gelecek tasavvuruna oy vermeyecekleri kesin. Bir musibeti savuşturmaya oy vereceklerini sanıyorlar. Musibet savuşturma kaygısından iki dakika durup yahu biz ne yapıyoruz diye başbaşa verip çözüm arayacak halleri kalmamış. “Tayyip gitsin de n’olursa olsun!” diye bir türkü tutturmuşlar, dünyanın geri kalanından çıkan hiçbir sesi duymuyorlar.
Ekmel’e oy verecek olanlar, bu oyların hesabını kendilerine asla veremeyecek. Kaygıları bilinçlerini gölgelemiş. Yıllardır kerhen bir ehven-i şere oy veriyorlar… her seferinde durum daha da kötüleştiği halde… kerhen ne demek ehven-i şer ne demek bilmedikleri halde…
Kaygısını iki dakikalığına erteleyebilen herkes Ekmel’e oy vermenin nasıl abesle iştigal olduğunu, nasıl kabul edilemez bir saçmalık olduğunu görür: Bilmediğin, tanımadığın, değerlerini ve yaşam biçimini paylaşmadığın ve paylaşmayacağın, seni sen olarak kabul etmemiş ve etmeyecek bir oligarşi bürokratı Ekmel. Hayatında, musibet savmak dahil hiçbir iddiası olmamış ve olmayacak bir kalem efendisi. Üstelik basbayağı sağcı. İnsan hem sağcı hem de kalem efendisi olunca elinden sadece cenaze namazı kılmak gelir, hiçbir ölümü engelleyemez, hiçbir zulüme direnemez!
İnsanın sahibi kendisidir, lakin insan ancak haysiyetine sahip çıkarsa kendisine sahip çıkabilir. Ve insan eğer kendisine hesabını veremeyeceği davranışlarda bulunursa… tüm dostane uyarılara rağmen hesabını veremeyeceği işler işlemekte ısrarcı olursa… haysiyetine sahip çıkamaz… kendisine sahip çıkamaz… kaygısına yutulur… bir hiç uğruna yiter gider!
İnandığını Bilgi Zannetmek
Gezi sırasında “yahu biz Güneydoğu’yu da Kürtleri de bu medyadan mı öğrenmişiz yani” aydınlanması yaşayanlar arasında değil misiniz? Değilseniz neden? Ekmek almaya giderken polisin hedef gözeterek vurduğu bir çocuğun başbakan tarafından terörist ilan edildiği bir ülke burası. Aynı polise vur emrini verenin aynı başbakan olduğu bir ülke burası. Aynı başbakanın, vurulan çocuğun cebinden çıkan misketler için silah maksatlı demir bilyeler dediği bir ülke burası. Aynı başbakanın, vurulan çocuğun anasını seçim meydanlarında defalarca yuhalattığı (ve halkın da büyük bir coşkuyla yuhaladığı) bir ülke burası. Bu ülkede bir insanı linç etmekten daha kolay hiçbir şey yok!
Ve bu ülkede inandığını bilgi zannetmekten daha havalı bir şey de yok! 30.000 rakamı, örneğin, şehitlerin sayısı değildir. Kürt meselesinin başından itibaren yitirilen bütün canların yaklaşık rakamıdır. Fazlası vardır eksiği yoktur. Ama devlet bizim bu rakamı şehit rakamı olarak algılamamızı sağlamıştır. Ve bu devlet bize Diyarbakır cezaevinde kaç kişiyi ne tür işkencelerden geçirdiğini söylemez. Kaç köyü yaktığını, kaç köyü boşalttığını, kaç köylüye bok yedirdiğini, kaç kadının ırzına geçtiğini, kaç hektar ormanı yok ettiğini, kaç bin hayvanı telef ettiğini söylemez. Bu devlet bize, 80 yaşını geçmiş ihtiyarların, sırf evlerindeki kitaplar yüzünden, 20 yaşındaki askerler tarafından, gelinlerinin damatlarının önünde en aşağılayıcı şekilde nasıl dövüldüğünü söylemez.
Bu devlet bize en kolay inanacağımız şeyleri söyler. Devlet, çünkü, kaygının en iyi yatıştırıcısının boş inanç olduğunu bilir. Bunu nereden bilir? Devletin tanımı budur da oradan bilir. Yoksa nasıl bizden hiçbir farkı olmayan insanları düşman belleriz? Ve onların bizi niçin düşman bellediğine hiç ama hiç kafa yormayıp şeytanlaştırırız? Devlet intikamcıdır, adalet peşinde değildir. Bu yüzden bizim de sürekli intikam peşindeki ergenler olarak kalmamıza çabalar. Adalet arayacak olgunluğa erişmemizi engellemek için ne lazımsa yapar. Analarımızı meydanlarda yuhalatır, öldürdüğü çocuklarımızın kemiklerini bile göstermez.
Adalet, “ama onlar da bize şunu yaptı, onlar öyle terörist böyle cani” diyerek aranmaz. Adaleti kurmanın yolu bellidir: Geçmişin tüm günahlarının, sizden bizden demeden, bir bir hesabını verecek bir düzenek kurmak ve bundan sonra bir benzerinin asla tekrarlanmaması için her ne önlem gerekiyorsa o önlemleri almak! Adalet bir kan davası çözme işidir. Bu topraklar kan davası yaratmayı nasıl biliyorsa çözmeyi de öyle bilir. Devlet araya girip işi bozmadığı sürece bu halk adaleti nasıl yeniden kuracağını çok iyi bilir.
Bu önlemlerin ve çözümlerin toplamı barış-demokrasi-özgürlük dediğimiz yaşam alanını oluşturur. İntikam bizi o yaşam alanına çıkartmaz. Bu yaşam alanı sadece ve sadece adaletin tesis edilmesiyle varlığa gelir. İntikam kaygının, adalet aklın ürünüdür. İntikam ergenliğin, adalet yetişkinliğin görevidir.
Kaygı insana acele ettirir. Oysa akıl, insanın kaygısı hafiflesin de acele etmesin, sükûnetle ve mantıkla hareket etsin diye vardır. Kaygı kulağınıza intikam aramanızı fısıldar, akıl ise adalet tesis etmenizi öğütler. İntikam, aranınca bulunan bir beladır, adalet ise imal ve inşa edilen bir eserdir. Ergenlikte kaygı olağandır, hatta gereklidir; kişi intikam aramakla adalet kurulamayacağını öğrensin, hazıra konmaktan üretmeye geçsin de yetişkin olabilsin diye olağan ve gereklidir; hep ergen kalsın ve hep intikam alsın diye değil.
Mevcut hükümete ve başındaki şahsa (ki yarından itibaren cumhurbaşkanı olacak) karşı hislerinizi bir kefeye koyun; diğer kefeye de Demirtaş’a karşı hislerinizi koyun. Eğer Demirtaş size hala terörist gibi geliyorsa bu size kendiniz hakkında bir ergenlik-yetişkinlik ölçüsü verecektir ve intikam-adalet çizgisinin neresinde durduğunuzu gösterecektir.
Kazanamayacağı Belli Adaya Oy Vermek
Siyasette matematik, korkaklıktır. İster Sezar’dan İskender’den örnek alalım ister Mustafa Kemal’den Lenin’den veya Castro’dan, Che’den… İsterseniz çok yakın geçmişe dönüp Erdoğan’ın hangi matematikten geldiğine bakalım! Bu matematik korkaklığın sonu, kişinin etik/ahlaki bütün varoluşunu kiraya vermesiyle sonuçlanır. Güç, kafa sayısıyla belli ölçüde ilişkilidir, ama bu ilişki asla ve kat’a nedensel değildir, sadece korelatiftir. Gözleyen kişiye arada nedensel bir bağ varmış gibi görünebilir, oysa bu ilişkinin nedensel olmadığını tarih bize çok iyi öğretir. Bu seçimde de korelatif ilişkiyi nedensel zannedenler (ki bu zannetme hali akılsızlık sebebiyle değil kaygı/korku sebebiyle oluşmaktadır) bir kez daha hayatlarının dümenini tüm etik değerleriyle birlikte kendilerini aldatacağı baştan belli taraflara kiralayacaklar. Yegane temenni/teselli, kiraya verilenlerin geri alınma ihtimalinin tümden kaybedilmemiş olmasıdır.
Kazanamayacağı belli adaya, kazanamayacağını bile bile oy vermek fiyasko değildir. Asıl fiyasko, kazanamayacağı belli olan adaya, kazanacağını umut ederek oy vermeye kalkışmaktır. Selahattin’in alacağı örneğin bir %10 oy, sonuçları itibarıyla Ekmeleddin’le Erdoğan’ın alacağı toplam oydan daha etkili, daha belirleyici olacaktır. Ekmeleddin, kazara (burası Türkiye!) kazansa bile fiyasko olmaya devam edecektir, çünkü siyasi hayatı belirleme, şekillendirme, yönlendirme etkisi yoktur ve olmayacaktır. Bu fiyaskoların bireysel tercihlerimiz tarafından yaratıldığını, beslenip büyütüldüğünü, ve nihayet bizi bireysel tercih yapamaz hale getirdiğini tam da Ekmeleddin gibi düne kadar varlığı bilinmeyen, yarın hemen unutulacak, ve ismi hiçbir zaman özgür dünya tasavvuruyla birlikte anılmayacak bir kişiye oy vermeye rıza gösterenler sayesinde biliyoruz.
Her seçim hayati değildir, sadece bazı seçimler hayatidir. Bu seçime Tayyip ile Ekmel giriyor olsaydı ben zahmet edip kıçımı kaldırmaz, değil sandığa gitmek televizyonda seçim sonuçlarına bile bakmazdım. Fakat bu seçimde oy kullanmamak Goebbels’i haklı çıkartmakla sonuçlanır. Müstakbel devlet başkanımız her hırladığında karşısında daha çok pısıldığına iyice kanaat getirir, ve daha çok hırlar, ve hepimiz daha çok pısarız… Varsa bildiğiniz güvendiğiniz bi’şey söyleyin biz de bilelim, ama kendinizden başka güvenecek kimseniz yoksa müstakbel sultanın sultasını en fazla ne ile dengeleyecekseniz ona doğru yanaşmanız gerekir, Ekmeleddin denge sağlamak şöyle dursun Tayyip’in gücüne güç katan bir fiyaskodur; bu halk, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi kuş mu balık mı ne olduğu anlaşılmayan bir kalem efendisiyle özdeşleşmez, üstelik kalem efendilerinin en saçmasapanıyla, sağcıdan kalem efendisi mi olur, sağcıdan monşer mi olur, buna kargalar bile gülmez… Tayyip’i dengeleyecek ve atacağı her adımı iki kere düşünmesini sağlayacak yegane aday Demirtaş’tır. Demirtaş’ın % 6-7 bandını aşacağı her oy, örneğin bir % 9-10 bu ülkenin demokratik bir cumhuriyet olabilmesi için hayati önemdedir, Ekmel’in % 49’la yapamayacağını Selahattin % 9’la yapacaktır.
HDP çatısında buluşan ve ağırlığı Doğu-Güneydoğu’dan gelen oyların** geleneksel oranı % 6-7. Bu seçimde de en az bu oran bekleniyor elbette. Fakat bu oranın üstüne çıkacak her puan HDP tabanının bölge eksenli olmadığını gösterir. HDP’nin de bu seçimden beklentisi budur. Geçtiğimiz yerel seçimden beklentisi de buydu. Stratejisi bence çok tartışılır, doğru hamleleri yapıp yapmadıkları da çok tartışılır, fakat sonucun anlamı değişmez. Eğer HDP ve adayı, % 6-7 sınırını geçerse bu Türkiye genelinde bir maya tutmasına işaret eder. Sadece fizikte değil psikolojide de kritik ölçü diye bir kavram var; fizikte, örneğin, bir dağdaki karların çığ olup aşağıya inebilmesi için katılaşması gereken minimum/asgari bir kütle vardır, bu minimum kütle çığ örneğinde bir yumruk kadardır. Yani, % 10 psikolojik bir eşiktir, aşanlar için daha ileriye yürüme gücü ve cesareti demektir, rakipler için hesaba almadan hareket etmeme, tırsma, pısma, alttan alma, yaltaklanma demektir… **Paragraf dipnotu: Bu oylar ille de Kürt oyları değildir, çünkü her sakallı dedem olmadığı gibi her Doğulu-Güneydoğulu da Kürt değildir, ayrıca olsa ne yazar!
Bölücüye/teröriste Oy Vermek
Seçime giren favori aday magazin skandalından beter, çünkü verdiği hiçbir demokrasi sözünü tutmadı. Tüm samimiyet sınavlarından çaktığı halde söz vermeye devam ederek cümlemizle alay ediyor, alayımızı uyutuyor. Rakibi ise vodvillik fiyasko, çünkü “ceketimi aday göstersem seçtiririm” zihniyetinin adayı; fakat bu kez bu adayın bir ceket kadar, bir korkuluk kadar bile hükmü yok. Buna rağmen bu skandal ve fiyasko zihniyetler, öteden beri hassas dengelerde de olsa birarada olanı çoktan böldü. Din üstünden böldü, dil üstünden böldü, yaşam biçimi üstünden böldü… ve bölünmüşlüğü derinleştirmeye devam ediyor. Demirtaş ise bölünmüşü birleştirmeye çalışıyor. Ve bu söz büyük bir çoğunluğa tutarsız, çelişkili geliyor. Sanki buraya kadar kelleyi koltuğa alıp gelmiş insanlarda “biz bu ülkeyi ve insanları böleceğiz” diyecek cesaret olmazmış gibi! Her sözü söyleyip her meşakkate göğüs gerecek metanetleri var ama ülkeden toprak koparıp ayrı bir ülke olmak istediklerini söyleyecek yürekleri yokmuş gibi!
Demirtaş’ın derdi, benim derdim: Yaşadığım yerde beni ilgilendiren konularda söz sahibi olmak istiyorum. Hayatımın Başbakan’ın (müstakbel cumhurbaşkanının) ağzının tadına göre şekillenip yönlenmesini kabul etmiyorum. Dilimin, dinimin, alışkanlıklarımın, yönelimlerimin, yaşam biçimimin, gelecekten beklentilerimin tek bir merkez tarafından belirlenerek bana dayatılmasını niçin kabul edeyim? Bunu bana onyıllardır her türlü baskı, zulüm, işkence, ve cinayetle kabul ettirmeye azmetmiş yönetici bozuntularıyla niçin mücadele etmeyeyim? Kim etmez? Ve bu mücadeleyi belirli bir olgunluğa eriştirip daha demokratik ve sivil bir siyaset yapma imkanı yarattığımda bu imkanı niçin bütün insanların ortak faydasına açmayayım?
“Ama bunlar terörist, bebek katili!” diyenler! “Kim kime ne zulüm etmiş ki insanlar bu zulme isyan etmiş!” diye hiç mi aklınıza gelmedi? Bu basit tartma işlemini yapmanıza engel nedir? Eğer adaletin tesis edilmesi için yapılması gerekenlerin henüz yapılmadığını düşünüyorsanız hodri meydan, elinizi tutan mı var, çıkın karşılarına. Kulaktan dolma kışkırtmalarla, intikam çığlıklarıyla, linç teşebbüsleriyle değil, hak ve adalet talebiyle sorun hesabını. Selahattin’in partisi geçmişle yüzleşmek, işlenen suçların hesabını sormak, ve her ne nerede ve kim tarafından çiğnenmiş ise adaleti yeniden tesis etmek için “Hakikatler Komisyonu” kurulsun diye yırtınıyor. Kim gerçekleri ortaya çıkartmak ister ve kim engel olur? Siz buna kalkıştınız da Selahattin mi engel oldu, yoksa Selahattin kalkıştı da siz mi engel oldunuz? Selahattin Demirtaş herkesin karşısına işte bu adalet talebiyle çıkmaktadır. Ve bu siyaset, varlığı inkar edilmiş insanların tırnaklarıyla kazıyarak kendilerini yeniden var etme siyasetidir. İntikamın hamlığını terk edip adaletin olgunluğuna doğru büyüyebileceğinizi düşünüyorsanız muhatabınız uzağınızda değil!
Selahattin Demirtaş’ın aday olmadığı bir Cumhurbaşkanlığı seçimi düşünün, silahların susmamış olduğu bir Türkiye düşünün, Erdoğan’ın karşısında “demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük, adalet, yerel katılım, kendi kararlarını kendi verme, doğa, … ” diyen hiçbir adayın, partinin olmadığını düşünün, “LGBTİ haklarını savunmak riskse biz o riski alıyoruz” diyecek cesarete sahip bir tane bile sözü geçer siyasetçi olmadığını düşünün, hiçbir parti yöneticisinin IŞİD belasını açıkça eleştiremediği, karşısında duracağını ilan etmediği bir Cumhurbaşkanlığı seçimi düşünün, hiçkimsenin IŞİD’le ilgili yayın yasağına karşı hiçbir uğraş vermediğini düşünün, hayvan haklarından tek bir söz işitmediğiniz bir Cumhurbaşkanlığı seçimi düşünün, Gezi’den, Gazi’den, Sivas’tan, Lice’den, Roboski’den, Diyarbakır’dan haber alamadığınızı, facebook-twitter üzerinden bile bilgi alamadığınızı düşünün… böyle bir seçim mümkün olur muydu? Mevcut seçim kanunuyla her seçim zaten şaibeliyken Selahattin Demirtaş’ın aday olmadığı bir seçim Kuzey Kore’de Kim Jong Un’un tek aday olduğu bir seçimden farklı olur muydu? İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanı adaylığını hangimiz bir gün önceden biliyordu? Erdoğan’ın tek adam yönetimini eleştirirken “ceketimi aday göstersem seçtiririm” zihniyetinin eprimiş adayının destekleneceği bir seçim kimin seçimidir, neyin seçimidir?
Demirtaş’a birşeyler satıldığını, satılacağını düşünen sevgili arkadaşlarım; Demirtaş senden, sana bedava verileni, parasını ödeyerek satın almak istemektedir. Eğer Demirtaş anasının ak sütü ve pak dili gibi hakkı olanı, bedelini ödeyerek alacaksa utanması gereken o değil, buna bedel ödemeden sahip olduğunu fark etmeyendir, fark ettirmeye çalışanı dikkate almayandır, bedelini alacak olmasına rağmen, kendisinden hiçbir şey eksilmeyecek olmasına rağmen, ihtiyacından fazlasına sahip olmasına rağmen hakkı olanı hak sahibine bedeli karşılığında bile satmayandır!
“Tayyip seçilmesin de ne olursa olsun!” mu?
1. Tabiat boşluk, siyaset de anti sevmez. Eğer alternatif üretmiyor ve sadece karşı çıkıyorsanız sadece o karşı çıktığınız şeyi kendi elinizle büyütmüş olursunuz. Psikoloji bize sakınan göze niçin çöp battığını açıklayabilen yegane ilimdir. Google’a “ironic mental processes” yazınız, bakınız ki neler görüyorsunuz!
2. Aynı yöntemle farklı bir sonuç elde edeceğini sanmak… aptallığın operasyonel tanımıdır
3. Bazen bir bir çizgiyi kısaltmak için silgi kullanmanız mümkün olmaz, çünkü o çizgi insandır. Kâğıdı da yırtamazsınız, çünkü o kağıt yurdunuzdur. Bazen bir çizgiyi kısaltmanın tek yolu yanına diğerini önemsizleştirecek, gücünü anlamsızlaştıracak daha uzun, daha kalın bir çizgi çizmektir. Bu bilmecenin siyasetteki çözümü Ağustos güneşi gibi bellidir. Kurtulmak istediğinizin karşısına onu gölgede bırakacak bir şeyle çıkmalısınız, onun gölgesi bile olamamış (üstelik çok özendiği halde olamamış) bir şeyle değil.
Haklar ve Özgürlükler – Görevler ve Sorumluluklar
Herkesin sandığa gittiği seçim sistemlerinde hiçkimsenin oyu kendine değildir. Demokrasi bir haklar ve özgürlükler kültürü olduğu kadar bir görevler ve sorumluluklar kültürüdür aynı zamanda. Bu kavramların tümü bizim coğrafyamıza yabancıdır, fakat neylersin, tanışmak ve tanıtmaktan başka yol yoktur, zira coğrafyamıza tanıdık şeylerden çıka çıka IŞİD çıkmıştır başımıza. İşte bu görev ve sorumluluk kültürü, oy kullandığın zaman yanıbaşındaki insanın da hayatını belirlediğini söyler bize. Yani ittifak ettiğim, etmem gerektiğini düşündüğün insanları bir kenara koyup “bu benim bireysel oyum” diyemem. Sıkıya gelince ittifak arayıp oylamaya gelince kafaya göre takılmak demokrasi talep eden bir kişinin tavrı, tarzı, duruşu, pozisyonu olamaz! Tam da oy kullanırken lazım işte o sorumlu davranış!
Acıları Yarıştırmak
İnsan acılarının, kayıplarının başkaları tarafından anlaşılmadığına inanıyorsa kendisinin de başkalarının acılarını, kayıplarını anladığından şüphe etmelidir. İnsan, başkalarını kendi ezberleri sayesinde anlayabileceğini umuyorsa başkaları tarafından anlaşılmayı ummamalıdır. Ezberden rehber olmaz. Aklınızı ve muhakemenizi ezber kabullere teslim ettiğinizde herkesin şehitliğini kendi şahsi mülkünüz zannetmeye başlarsınız. Muhataplarınızı, sizden iki önceki kuşaktan geliyor olsa bile kendi jenerasyonunuzun birikimine sahip olmayan kandırılmaya müsait çaylaklar olarak görürsünüz. Savlarınızın çoktan tartışılıp tüketildiğini, hatta bazı noktalarda sizinle aynı endişeleri paylaşan değerlendirmeler yapılmış olduğunu görmezsiniz. Gezi’ye terör diyenle Kürt meselesine topyekün terör diyenin aynı kaynak olmasını önemsemezsiniz. Kurularla yaşları ayıklayalım, geçmişin günahlarının tek tek hesabını soralım, hiç kimsenin yaptığı yanına bırakmayalım diyenlerin sizi kandırmaya çalıştığını sanırsınız. Ve sanırsınız ki mesele sadece Kürt meselesidir. Sivas’ın, Maraş’ın, Fatsa’nın, Çorum’un, Edirne ve Çanakkale pogromlarının, 6-7 Eylül talanının, varlık vergisi rezaletinin, Hrant Dink ve cümle fail-i meçhullerin de aynı şekilde bir hesaplaşmayla artık geride bırakılması gerektiğini söyleyenleri samimi bulmazsınız. İntikam hamlığından adalet olgunluğuna büyümek derken açık açık söylenen “ölen öldü, gayrısı ölmesin, bitirelim bu kan davasını” çağrısını, çığlığını işitmezsiniz. Ezberden rehber olmaz. Çünkü ezber, öfkenin silahıdır. Bir uzlaşma aracı değildir, bir uzlaştırma mekanizması hiç değildir. Nefret, korktuğu şeyi yok etme dürtüsünün adıdır. Bu hissiyat size karşınızdakini (aslında muhatabınızı) horlayacak, küçümseyecek, ve aşağılayacak sözler söyletir. Ve bilmezsiniz ki böyle yapmakla muhatabınızın zihninde güç bela yatıştırılmış ezberleri zorla kurcalayıp kışkırtmakta ve kan davasının uzamasına bizzat hizmet etmektesiniz. Yok eğer nefreti kendinize yakıştıramıyor ama ezberinizden de vazgeçemiyorsanız elinizden gelen en iyi şey acıları, kayıpları yarıştırmak olur. Acıları yarıştırarak adalete ulaşamazsınız, sadece intikam listenizi uzatırsınız. Ezberden rehber olmaz. Ezber, duymak istediklerinizin çoktan ve defalarca söylenmiş olduğunu duymanıza engeldir:
“Ölen öldü. Gayrısı ölmesin. Bitirelim bu kan davasını.”
* Bu yazı, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde, sosyal medya paylaşımlarımıza gelen yorumlara verilen karşılıklardan derlenmiştir. Bu nedenle adaylar bazen adlarıyla, bazen soyadlarıyla, bazen de işgal ettikleri makamla anılmıştır. Sosyal medyadaki tartışmalar çoğu zaman karşılıklı konuşma şeklinde cereyan ettiği için adaylardan sadece ilk isimlerinin zikredilerek bahsedilmesi olağandır ve konuşmanın havasını yumuşatmaktadır. Başkaca bir maksat aranmamalıdır.
Serinleyenler