Sessiz Reform: Üniversite’nin Yatırımcı-Öğrenciyle İmtihanı

Üniversitede reform tartışmasının bitmediği…

Üniversiteye ilişkin geçmişten günümüze sürdürülen tartışmalar çoğunlukla demokratik yönetim, fiziksel altyapı, zihinsel anlayış ve yaklaşım, bilimsel üretim, akademik saygınlık gibi her biri etraflıca irdelenip ele alınması gereken büyük başlıklar etrafında yoğunlaşıyor. Tartışmaların ortak çözüm alanları  oluşturmaya hizmet ettiğini söylemek mümkün değil. Dönüp dolaşıp bir üniversite reformundan söz ediyoruz ve hemen her tartışma oralarda biryerlerde bitiveriyor. Üniversite reformu, bu gibi büyük başlıkları topyekûn ele alıp çözmenin yolu olarak öne sürülüyor. Ya geri kalmışlığımızı ya ahlaki çöküntümüzü ya da yolunda gitmeyen başka işleri (dış politika başarısızlıklarımızı, yaratıcı ürün geliştiremeyişimizi, dünya pazarlarına açılamayışımızı, ilimde fende kayda değer ilerlemeler gösteremeyişimizi) bu reformu bir türlü gerçekleştiremeyişimize bağlıyor, bu uğurda yolumuza çıkan engellerden infial duyuyoruz. Tuhaf olan, bu infial duygusunun üniversite reformuna ilişkin farklı siyasi görüşlerden hareket eden farklı kesimlerce aynı şekilde hissediliyor olması. Üniversite reformunun şöylesini isteyenler de böylesini isteyenler de aynı ifadelerle hayıflanıp aynı ifadelerle içerliyor. Bu hayıflanma ve içerleme gelgitleri sırasında bazen bazı üniversiteler ‘bizim’ istediğimiz gibi olmaya yaklaşıyor ama o sırada başka bazı üniversiteler ‘onların’ yörüngesine giriyor. Sonuçta ne kadar tartışırsak tartışalım üniversite reformu ne ‘bizim’ istediğimiz gibi oluyor ne de ‘onların.’

Üniversite reformu dar anlamda idari bir değişim olarak algılansa da geniş anlamda kendi tanımını (misyonunu ve vizyonunu) kendisi yapma, işlev ve faaliyetlerini yine kendisi belirleme anlamında yapısal bir dönüşüm olarak anlaşılmalıdır. Reform bir sonuçtur. Sonuç için yöntem gereklidir. Üniversite söz konusu olunca bu değişim-dönüşüm yönteminin adı özerkliktir. Üniversite, bilim-bilgi-düşünce üretim sorumluluk ve görevini kendi kendine üstlenmiş bir organizasyondur. Bunu üstlenmeyi sağlamanın yöntemsel koşulu özerk bir yapıya sahip olmaktır.

Dolayısıyla üniversite, reform dâhil her türlü değişim ve dönüşümü bu üstlenme bağlamında kendi bünyesinde barındırır. Kendi yapısını kendi üstlenmesiyle belirleyen yapılara iyi örneklerden biri basındır. Basın da özerk bir yapıdır; çünkü tıpkı üniversite gibi kendi tanımını kendisi yapmakta, kendi işlev ve faaliyetlerini kendisi belirlemekte, değişim ve dönüşümünü de kendi bünyesinde barındırmaktadır. Bu demek değildir ki üniversite ya da basın kullanıcıların, tüketicilerin ya da yatırımcıların kabul ve beklentilerinden tümüyle bağımsız hareket eder. Ayırt edici olan, üniversitenin  – kabul ve beklentileri göz önünde bulundurup hesaba katmakla birlikte – son tahlilde üretim ve sunumlarını kendi oluşturduğu sorumluluk ve görev alanında gerçekleştirmesidir. Zaman zaman alevlenen tartışmaların kaynağı tam bu noktadır. Ne zaman üniversiteye, uhdesindeki tanımlarla uyumlu olmayan işler ve işlevler yüklenmeye çalışılırsa – tıpkı basında söz konusu olduğu gibi – o zaman özellikle özerkliği vurgulayan bir reform çağrısının yükseldiğini görüyoruz.

Okumuş yazmışlar arasında bu tartışma süredursun, üniversitede alttan alta gerçekleşmekte olan başka bir reform var aslında. Üstelik bu reform farklı siyasi anlayışlarla doğrudan ilgili olmadığı gibi pek öyle demokratik yönetim, altyapı sorunları, akademik saygınlık gibi konular ekseninde de değil. Sözün sonunu baştan söyleyecek olursak bu reform, farklı siyasi görüşlerin ya da varolan siyasi iktidarın değil yeni kuşak üniversite öğrencisinin üniversiteden beklentileri doğrultusunda üniversitenin yeniden biçimlenme sürecini ifade ediyor.

Yeni kuşak öğrencinin üniversiteden anladığı…

Öğrenciler açısından üniversite, çoktandır bir eğitim-öğretim kurumu olarak değil başlıbaşına bir yatırım aracı olarak görülüyor. Yeni kuşak öğrencilerin ezici çoğunluğu üniversiteden, her kapıyı açıp yüksek hayat standardı sağlayan bir sihirli değnek elde etme peşinde. Üniversite diplomasında somutlaşmış ifadesini bulan bu sihirli değnek, dolar cinsinden ayda kaç para ettiğiyle kıymet buluyor. Üniversiteli olmak belirli bir yaşam standardı elde etmenin olmazsa olmaz koşulu kabul ediliyor ve üniversiteye neredeyse sadece bu pencereden bakılıyor. Dolayısıyla üniversite, bilim-bilgi-düşünce üreten bir oluşum olarak değil piyasa koşullarına en uygun insan gücünü imal eden bir müessese olarak algılanıyor. Bilim-bilgi-düşünce bataklıklarına mümkün olduğunca bulaşmadan yüksek ücretli bir iş garantileyen bir diploma elde etmek, bir üniversiteden alınabilecek tek ve en iyi şey.

Yeni kuşak öğrencinin yatırım merkezli kabul ve beklentileriyle üniversitenin üstlenmiş olduğu tanım ve amaçlar karşılaştığında, her iki cephede de çarpık oluşumlar gözlüyoruz. Üniversite cephesindeki oluşumun adı (yeni kuşak yatırımcı dalgasını göğüslemek adına) hazmı kolaylaştırılmış meslek okulu. Öğrenci cephesindeki adı ise (üniversitenin kendine özgü nitelikleriyle baş etmeye çalışırken) silsileli hayal kırıklığı.

Tıpkı bir zamanlar ülkemize ‘tarıma dayalı sanayi’ modelinin giydirilmeye çalışılması gibi bir süredir ‘piyasaya dayalı üniversite’ modeli gündemde sıcak tutulmaya çalışılıyor. Üniversite-piyasa işbirliği günahıyla sevabıyla başlıbaşına tartışılması gereken bir dinamik. Ancak pratik açıdan, piyasa da üniversite de dilediği kurum ve kavramla işbirliği yapabilir, birlikte çalışabilir. Piyasanın üniversiteden yararlanması bir şeydir, üniversitenin piyasanın ihtiyaçlarına göre yapılanması bambaşka bir şeydir. Üniversite kendini, kendi üstlenmeleri çerçevesinde yeniden tanımlayabilir. Ancak üniversitenin piyasa mekanizmalarına göre yeniden tanımlanmasını ve yapılanmasını öngörmek dünyayı başaşağı etmekle birdir. Piyasa anlık ve gündelik bir durumdur, oysa Dünya devingen ve karmaşıktır.  Diyelim ki piyasa koşullarına göre yapılanmış ve şekillenmiş bir üniversiteye kavuştuk. Bu durumda piyasa, yarın ihtiyaç duyacağı daha bugünden belli olan yeni bilgiyi, yeni teknolojiyi, yeni düşünceyi nereden bulacak? Dahası, yeni bilgi, teknoloji, ve düşünceye ihtiyacı olan sadece piyasa mıdır? Yoksa kapitalizmin görünmez eli piyasa-üniversite mekanizmasını da mı çalıştırmaktadır?

Yeni kuşak üniversite öğrencisi üniversiteden kendisini piyasada en geçerli eleman haline getirmesini beklemektedir. Üniversite sınavına hazırlanmaktan başlayarak tüm yatırımını (hem para, hem zaman, hem enerji olarak) buna göre yönlendirmektedir. Sadece üniversitenin değil kendisinin de değerini aylık ücret cinsinden hesaplamakta, mümkün olan en yüksek ücrete endekslenmiş bir hayat standardının peşinde bütün gücünü sarf etmektedir. Dev boyutlara ulaşan üniversite sınavına hazırlık sektörü sadece eksik ve çarpık eğitim sistemimizin değil aynı zamanda üniversite yatırımcısının iştah ve hevesinin de bir ürünüdür. Üniversitede süregelen tersine reformun başlangıç noktası tam da burasıdır. Üniversite, üniversiteye kimin ne şekilde gelebileceği (öğrenci seçimi) konusundaki söz hakkından önemli ölçüde feragat etmek, bu hakkın kendisi dışında bir mekanizma tarafından kullanılmasına razı olmak zorunda kalmıştır. Dahası, bu durumun yaratacağı aksaklıkları kendi bünyesinde giderme ya da düzeltme zahmetini de üstlenmiştir. Dolayısıyla üniversite, daha en başından kendi tanım ve üstlenmelerinin savunusunu yapmada zora düşmüş, bunların savunmasını yapma zorunda kalmıştır.

Üniversitenin sessiz ve derinden değiştiği…

Kendi öğrencisini seçemeyen ama seçilmişine söz geçirmeye çalışan piyasa üniversitesi, bünyesine giren yabancı maddelerin önünü alamamakta, bunca yabancı maddeyle uğraşırken kendisinin nasıl bir tersine reform sürecine tabi kaldığını fark edememektedir. Üniversite sınavına hazırlıkla başlayan yeni kuşak öğrencinin diploma elde edinceye kadar devam eden bu yatırım faaliyetlerinin bir kısmı üniversitenin asli işlevleriyle çakışabilmektedir. Bu nedenle üniversite kendine bir zarar geldiğini tam olarak anlayamamaktadır. Giderek, piyasa koşullarından geniş ölçüde etkilenen öğrencinin taleplerine göre vaziyet aldığının farkına varamamakta, üniversite tanımının bu çerçevede dönüşüme uğradığını algılayamamaktadır. Öncelikle özel üniversiteler ve özel üniversitelerle rekabet etme konumuna gelmiş bulunan ‘iyi’ devlet üniversiteleri başta olmak üzere üniversiteler, öğrenciyi elde etme ve elde tutma adına pek çok ‘mal ve hizmet’ üreten birer müesseseye dönüşmekte, reklam ve promosyon olmaksızın hayatta kalmanın güçleştiği bir dünyada kendi reklam ve promosyon tekniklerini, taktiklerini geliştirmektedir.

Yeni kuşak üniversite öğrenci-yatırımcısı, üniversite yıllarında, dolar cinsinden yüksek aylık ücrete dönüştürülmesi zor görünen işlerle uğraşmak istememektedir. Daha lise yıllarında “ne işime yarayacak benim bu matematik, bu tarih, bu coğrafya, bu edebiyat” zihniyetiyle üniversiteye gelen öğrenci-yatırımcı, burada karşısına çıkan pek çok üniversite değerini kendi hedefleriyle uyumlu görmediğinden dışlama (en iyi ihtimalle içine girmeme) tavrı geliştirmektedir. Çarpıklığın başı yine lise yıllarından ve hatta daha öncesinden başlamıştır. Ne öğrencilerin kendileri ne aileler ne de üniversite sınavına hazırlık sektörünün içindeki öğretmenler asıl belirleyici unsurları hesaba katmıştır. Bu asıl belirleyici unsurların kişisel farklılık, ilgi, eğilim, yetenek, yatkınlık, merak ve heves gibi yaratıcılık ve üretkenliğin kaynaklandığı insani özellikler olduğu çoktan unutulmuştur. Üniversiteye bir yatırımcı olarak hazırlanan aday ve bu yatırımcı adayı hazırlayan sektör, bu insani özellikler hiç yokmuş ve bundan sonra da hiç olmayacakmış gibi o an piyasada en makbul nesne ne ise eldeki malzemeyi bu makbul nesneye dönüşecek şekilde tahrif etmeye çalışmıştır. İnsani özelliklerin daha baştan göz ardı edilmesi, bu özellikler göz önüne alındığında yaratılabilecek toplumsal kazanımları daha en başından, hiç fark edilmeksizin yok olmasına yol açmıştır.

Böylece, çok küçük bir grup dışında bütün adaylar kendi kişisel özellikleriyle neredeyse hiç ilgisi olmayan (ve çoğunlukla uyumsuz) ama piyasa değeri yüksek olduğu varsayılan üniversitelere, üniversitenin herhangi bir bölümüne kapağı atma peşine düşmektedir. Revaçta olan bölümlere girebilenler başka, şans eseri herhangi bir üniversitenin herhangi bir bölümüne girenler bambaşka komediler ve trajediler yaşamaktadır. İstediği yere giremeyip tutturduğuna razı olanlar, ne istediğini bir türlü bilemeyip sıralamada ne rast gelirse onun kendisi için doğru olduğuna inananlar, en iyi yerlerden birine kapağı atmış olduğu halde içinde oraya ilişkin hiçbir heves barındırmayanlar, yeteneksiz olduğu bir alanda performans göstermek zorunda kalanlar, ve yetenekli oldukları alanda, bir alay tesadüfen oraya düşmüş kişinin arasında daralanlar hep aynı trajikomik oyunun parçası olmaktan kurtulamamaktadır. Çok küçük bir grup dışında hemen her üniversiteli, diplomayı elde ettiği gün en büyük holdinglerin çatı katında kırmızı halıyla karşılanacağı ve banka hesabına her ay şu kadar bin dolar maaş yatacağı günün hayaliyle yatıp kalkmaktadır. Ülke gerçeklerinden, hayatın akışından, dâhil olmayı düşündüğü holdingin o maaşı kendisine verebilmesi için kendisinin ne yapması gerektiğinden bihaber olarak. Böyle bir yatırımcı neylesin bunu sağlamayacak üniversiteyi, bölümü, bilimi, bilgiyi, düşünceyi!

Yeni kuşak üniversite öğrencisinin bu yatırımcı ruhu üniversite tanımını, üniversitenin kendi kendine üstlendiği işlev ve faaliyet alanının sınırlarını zorlamaktadır. Üniversite, hayatta kalabilmek için bir yandan kendi düsturlarını savunacak daha sağlam zeminler aramakta diğer yandan gittikçe büyüyen bu yatırımcı kitlesiyle uzlaşma yolları aramaktadır. Piyasa ihtiyaçlarına dayalı üniversite modelinin ya da fikrinin hiçbir gerçek üniversite tanımına sığmayacağını ve hiçbir gerçek üniversite temsilcisinin bu tanımla barışık olamayacağını düşünüyorum. Bir kez daha vurgulamak gerekirse, piyasa-üniversite işbirliği değildir mesele; böyle bir işbirliğinden hem piyasa hem de üniversite kendi adlarına yararlanabilirler, yararlanmaktadırlar. Mesele şudur ki bu işbirliğini sağlamak ve sürdürmek için üniversiteyi özden ve kökten değiştirme düşüncesi ya da üniversitenin bir meslek okulu haline gelmesi talebi, bülbülü eti için öldürmekten farksızdır. Üniversiteden yüksek gelir sağlayacak bir diploma elde etmek mümkündür. Ama bu üniversiteden alınabilecek şeylerden sadece biridir; üstelik en büyüğü veya en değerlisi değildir. Görülmesi gereken şudur: Eğer ortada meslek okulundan çok daha geniş ve kapsamlı bir üniversite anlayışı ve yapısı olmasaydı üniversite diploması herhangi bir meslek okulu diploması kadar bile işe yaramazdı.

Üniversiteye kimin sahip çıkacağı…

Burada daha hassas ve daha dikkatli davranması gereken bir kez daha üniversitenin kendisidir. Üniversite, nasıl bir reform için zorlandığının farkına varmalı, üzerine kurulu olduğu ilkelerin savunmasını yapmaktan bunların savunusunu yapar hale yeniden gelmelidir. Öncelikle üniversitenin kendisi, eğitimin gönüllülük esasına dayanmadığını hatırlamalıdır. Eğitim, öğrencinin talebi (talebenin talebi) üzerine yapılan bir faaliyet. Bu demek değildir ki eğitici öğrencinin tüm taleplerini karşılamakla yükümlüdür. Tersine, eğitici öğrencinin eğitim talebini karşılarken kendi tanımlarını ileri sürer ve buna uymayı taahhüt eden öğrenciyle bu faaliyeti sürdürür. Öğrenci ne istediğine ilişkin talepte bulunur; eğiticinin bu talebi karşılayıp karşılamayacağı veya nasıl karşılayacağı kendi tasarrufudur. Öğrenci hangi konuda nasıl eğitilmesi gerektiğini biliyorsa zaten bir eğiticiye ihtiyacı yok demektir ve buradan bir eğitim faaliyeti doğmaz.

Üniversite, öğrencinin eğitime ve bilim-bilgi-düşünce üretimine yönelik talepleriyle yatırıma ilişkin taleplerini ayırmakta dikkatli ve keskin olmak zorundadır. Eğitim ve bilim üretimine ilişkin talepler üniversitenin varolma ve varoluşunu sürdürme sebebidir. Bu yöndeki kapsamlı değerlendirmeler üniversitenin kendi tanım ve işlevlerini pekiştirerek geliştirmesine yardımcı olabilir. Ancak üniversite, reform ihtiyacını, eğitim ve bilime ilişkin talepleri kendi bünyesinde değerlendirme yoluyla hisseder ve hayata geçirir. Öte yandan, üniversite tanımının harici etkilerle değişmesi, üniversitenin işlev ve faaliyetlerinin de dışarıdan belirlenmesi anlamına gelir. Bir yatırımcının üniversite üretimlerinden yararlanması bir şeydir, yatırımcının talepleri doğrultusunda üniversitenin yeniden yapılandırılması başka bir şeydir. Yatırımcı talepleri doğrultusunda yeniden yapılandırılan üniversitede bir tersine reformdan söz etmek gerekir. Bugün gerçekleşmekte olan da bu tersine reformdur.

Bu tersine reformun başlıca göstergeleri kamuoyunda adı ‘iyi’ anılan (ve öncü sıfatının da yakıştırılabileceği) üniversitelerin (tümünün değilse de çoğunun) kendi üniversitelerini, öğrencilere kolaylık sağlayıcı hale getirme çabalarıdır. Günün geçerli deyişiyle bu üniversitelerde bir tür ‘öğrenci dostu’ üniversite oluşturma çabası gözlenmektedir. Burada sadece öğrencilere sağlanan renkli ve eğlenceli (ya da göstermelik) müfredat dışı faaliyetlerden söz etmiyorum. Daha doğrudan, akademik programın öğrenci profiline göre budanıyor olmasından söz ediyorum. Seçiminde çok da fazla söz sahibi olmadığı öğrencilerin yatırıma yönelik talepleri karşısında üniversite, özgün programından ciddi tavizler verebilmekte, kendisini mümkün olduğunca aynı zamanda meslek okuluymuş gibi gösterme çabasına girebilmektedir. Bu çaba yatırımcı öğrencinin iştahını da şımarıklığını da azdırmaktadır. Üstelik üniversitenin, asli değerlerini savunduğu durumlarda, kendi silahlarıyla vurulmasının zeminini hazırlamaktadır. Üniversite, seçiminde karşı karşıya oturmuş olmadığı öğrencinin lütfen bir hizaya girip üniversite gereklerini yerine getirmesini sağlama çabasına girmekte, fakat pazarlığı başka türlü kesmiş olan öğrenci-yatırımcı bu çabaya burun kıvırmaktadır.

Üniversite, kendiliğinden üstlendiği tanımlarını ve bu tanımlar doğrultusunda yaptığı işleri yeniden hatırlamak ve sağlamca ortaya koymak zorundadır. Üniversite neyin nasıl öğretileceğini ve bu öğretim-öğrenim faaliyetinden yaratıcı bilgi ve düşüncenin nasıl elde edileceğini biliyor olma iddiasını taşımak, sürdürmek ve ancak bunu kabul eden öğrencinin talebini ciddiye almak durumundadır. Aksi halde üniversitenin bir süre sonra öğrenci dostu bir yatırım alanı olmaktan da çıkıp ‘müşteri merkezli’ bir ticarethaneye dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu bir sorumluluktur ve üniversitenin varlığını çoğulcu, demokratik, özgür, ve açık bir toplumun olmazsa olmaz şartı kabul eden herkes bu sorumluluğu paylaşmaktadır. Asli tanımların ve değerlerin yeniden işlerlik kazanmaması durumunda şu an sahip olduğumuz ve pek de beğenmediğimiz üniversiteyi bile rahmetle anarız.

Ekrem Düzen

Yorumlayınız:

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: