Tiryaki ile müptela iki ayrı karakterdir ve aralarındaki fark, yaşayan bir prensle ölü bir soytarı arasındaki farktan fazladır. Bağlılıkla bağımlılık, tutkunlukla düşkünlük, esriklikle kaybolmuşluk iklimlerinin ince sınırlarında, birbirleriyle buluşmadan, tanışmadan ve dokunmadan sırt sırta oturur tiryaki ile müptela.
Tiryakilik bir meslektir. Keskin ve sert kuralları değil, raconu vardır. Kelimenin köküne ve özüne uygun olarak tiryaki, aslında muhtelif kalp dertlerine deva bir kimyanın, bir eczanın tutkunudur. Sorsanız bilmez bu kimyayı hangi belaya derman olsun diye yuttuğunu. Bilse tiryaki olmaz; alim olur. Ama illa ki dert ehlidir. İçin için yanar, yanıp yakılmaz; içten içe hüzünlenir, sağa sola eza cefa etmez. Aşk erbabıdır, sevdiğini içine almadan sevildiğini anlamaz. Tiryaki, esrikliğin esiri değil, müttefikidir. Kimyasından ayrılacak olsa, sadece tiryaki değil kimya da kahrolur başıboşluktan ve yalnızlıktan.
Müptelalık, huysuzluktur. Yolu yordamı kaprislere örülüdür. İlle de yoldan çıkmaya teşnedir, meyli kötüyedir. Dertsiz başa dert açmaktan, pişmiş aşa su katmaktan geri durmaz. Sorulduğunda ya “ben yapmadım,” der, kurtulur ya “ben böyleyim.” der, sıyrılır. “Yaran nerede?” diye sorsan, seni gösterir; “gel yaranı sarayım,” desen, seni yaralar. Müptelaya göre, onu hiçkimsecikler anlayamaz, onu besleyen sadece iptila kesb’ettiği zehirdir. Müptela bu zehrin tutkunu değil, düşkünüdür. Bu yüzden de o bu zehre tutsak, bu zehir ona düşmandır. Bu, onu ele geçirmiş olduğu halde hemen öldürmeyen, son hücresine kadar sömürmek gayesiyle sürekli hapiste tutan, ama bu hapsi onun gözüne saray yavrusu gibi gösteren bir düşmandır. İptila, prenses kılığındaki cadıdır.
Tiryaki ‘ne’ yapılacağıyla ilgilenmez. Şeylerin sonlu olduğunu, bu nedenle onlara bağlanmanın uçurumun dibini boylamakla bir olduğunu daha küçükten idrak etmiştir. Anlamın, ne söylendiğiyle değil ‘nasıl’ söylendiğiyle kendini aşikar ettiğini sezmiştir. O bir üslup ustasıdır. Hem kendi kimyasını hem tabiatın eczasını iyi tanımakla kalmaz, hangisinin hangisiyle yakışıklı olduğunu da kendi üzerinde tecrübeyle sabit eder.
Müptela, önceden gidilmiş yolların dışına çıkmaya korkan, korkmuyorsa üşenen bir yalancı miskindir. Müptela, iptila ettiği zehri tanımak zahmetine bile girişmez. Değil mi ki o nesne aslana öykünen zebun tarikatından icazetlidir, o halde muteberdir. Müptelanın üzerinde taşıyıp da şahane olduğunu iddia ettiği her şık aksesuar, gerçekte tiryakiden çalınmış bir mücevherdir. Altın yere düşmekle pul olmadığından, müptelanın hırsızlığı tiryakinin tebessümünde layığını bulur.
Ruhumuzu yukarı çekip yükselten iplerle, ayağımızı sektirip çukura düşüren taşların arası, yuvarlana sendeleye yürüdüğümüz dar bir patikadır. Tiryakinin patikası, aşkınlıktır; ister ileri atar adımını ister yana; çakmağını cebinde taşır; çakmağı yoksa, elbet başka bir tiryakiye rast’gelir yolda -ateşi henüz taze! Müptela ise şaşkınlık patikasının ortasında, kovuğundan uzağa düşmüş, debelendikçe üşüyen tilkiye benzer. Kurnazlığının bedelini, aslında bir kedi cinsi olduğu halde köpeklerle bir tutulmakla öder. Bir avcıdır müptela; ama sadece tuzakla, kapanla, kumpasla kıstırılabilen acizleri avlayabilir.
Tiryaki bir gezgindir, karnını şimdi değilse biraz sonra, etle değilse otla doyuracağını bilir. Acizlikten de uzak durur acizlerden de. Tiryaki hafif süvaridir; kendisine her daim ihtiyaç vardır. Müptela zırh kuşanmış, kalkanının ardına sığınmış ağır piyadedir; kendisini, kendisine bile ancak zorla kabul ettirir.
Tiryakiliğin bahçesinde dolaşarak, kendi meşrebince hayatı anlamlı kılan birkaç çiçek derlemek, bu çiçeklerin usaresinden ruh gençliği iksirleri damıtmak mümkündür. Müptelalığın dehlizleri ise kişiyi, hayatta taviz vermekten ve insanlar arasında vasat olmaktan öteye çıkarmaz.
Serinleyenler