1.
Madde ilintilerinin bir sonucu olarak oluşsa da, bilinç, belki de hiçbir zaman örneğin kütle çekimi gibi bir fizik yasası ya da arz-talep dengesi gibi sosyal bir parametre olarak formüle edemeyeceğimiz bir zihinsel durum olabilir. Varlığı ele avuca sığmaz ve fizik dünyada parmakla gösterilemez bir oluş hali olarak bilinç, belki de hiçbir zaman kendisini tek başına bir girdi olarak değerlendirebileceğimiz somut bir nesne olmayacaktır. Daha çok, gösterilebilir nesneler üzerinden işleyişleri tarif edilebilecek – ama hiçbir sınırlı tanıma tam uymayacak – bir ‘canlı’ varlığın kendini var hissetme hali olarak kalacaktır. Nasıl ki dört temel çekirdek asidi farklı dizilimlerle DNAyı oluşturmaktadır, zihnin temel işlevleri de farklı dizilimlerle bilinci oluşturuyor olabilir. Nasıl ki DNA organizmayı yönlendirme bakımından bir temel yapı ama organizmayı tanımlama bakımından da bir üst yapıysa bilinç de zihni amaca yönlendirme bakımından temel bir oluş ve zihni amaçlı davranışlarından doğru tanımlama bakımından da bir üst oluş olarak anlaşılabilir. Burada sadece iki boyutlu bir düzlemde gerçekleşen bir çift işlevsellikten değil, ancak ilerleyerek ve yükselerek döngüsünü ve kendisini tamamlayabilen dört boyutlu bir işleyiş halinden söz etmek daha uygundur. Nihai olarak, DNA ve bilinç, her ikisi de evrimin birer ürünüdür; ve evrimin, yüzü nereye dönük olursa olsun yönü daima hayata doğrudur. Bu nedenle DNA tamamlanan bir daire yapısında değil bir sarmalda oluşabilmektedir. Bilinç, hem yönlendirici hem de döngüyü tamamlayıcı sarmal olarak ruhun yani insan zihninin ta kendisidir. DNA için asl’olan kendini devam ettirmektir ve DNA bilinçte kendi devamlılığını, doğal seçilimin de ötesinde güvenceye alacak yuvayı bulmuştur.
2.
Mircae Eliade, kutsalın yeryüzündeki tezahürlerinin çok zengin çeşitlilik göstermekle kalmayıp aynı zamanda çok şaşırtıcı dönüşümlere uğrayabildiğini sayısız ayrıntıyla ve derin bir sadelikle kaydeder. Bu kayıtla, kutsallık atfedilemeyecek nesne ya da ilinti bulmanın çok güç olduğundan bahseder. Eliade’den ilhamla, hayatta kalmanın bilmeye göbekten bağlı bulunduğu her noktada bir tür kutsalın tezahürünün tesadüf değil ancak bir zorunluluk olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Söz konusu edilen, bilmenin en üstün biçimi bilinç olunca zımnen ya da açıktan açığa kutsallık atfetmemek mümkün değildir. Bilince kutsallık atfına ilişkin bilim tarihinde yeterince örnek bulabiliriz. Özel olarak ise, psikoloji tarihinde, duyguyu her düzlemde ikinci sıraya koymanın ardında düşünceye atfettiğimiz kutsallığın rolünü sorgulama sorumluluğunu taşıyoruz. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçiş sürecinde duyguya yeniden yönelen ve görünüşte daha samimi yaklaşan bakışlar çoğalıyor. Ama bu çoğalma, ne bu bakışları yöneltenleri ne de duygunun insanın bilinçli serüveninde daha sağlam ve birinci sınıf bir yer edinmesi gerektiğini düşünenleri yanıltmamalıdır. Yanıltmamalıdır, çünkü ne kadar bilimsel bir ihtimam ve serin bir ruh haliyle bakarsak bakalım aslında yapmaya çalıştığımız duygunun bilince nasıl daha iyi hizmet edebileceğinin yollarını aramak. Evrim yolunda kendi ipimizi ele geçirmeye ve bağlı bulunduğumuz beden makinasından kurtulmaya çalışıyoruz. Bir yandan makinanın son kullanma tarihini uzatmayı, mesela yedek parça imal etmeyi hızlandırırken diğer yandan bedensiz var olmanın yollarını arıyoruz.
Makinamızın dış ve iç dünyayla birinci elden etkileşen ana sistemi olarak duygu, mutlaka anlamamız ve çözmemiz gereken bir mekanizma. İlk elde hemen kurtulmanın mümkün olamayacağını anladığımız anda psikolojinin altın kurallarından birini devreye sokarak duyguyla birlikteliğimizi nasıl kendi lehimize kullanabileceğimizi araştırmaya başladık. Aslında duygunun kuyusunu kazıyoruz. Amacımız, duygunun belirleyiciliğinden azat olmuş saf bilince erişmek. İnsanın projesi, ölmeye koşulu bu evrende varlığını sürdürmek değil sadece; insan aynı zamanda kendisi olarak, sürekliliği sağlanmış bir benlik olarak var kalmaya devam etme peşinde. Bilincinin ömrünün makinanın ömrüyle sınırlanmasına tahammül edemeyecek bir farkındalığa çoktan ulaştı. Duygu ise bizi kendi bildik yoluna çelmeye ve bizi zayıf düşürmeye devam ediyor. Duygu zihinden sökülüp atılmadıkça insan bilincine rahat yok. Bedenlerimizden tümüyle kurtulacağımız günden önce, duyguya mümkün olan en az hakimiyet alanını bırakmanın yolunu bulmaya çalışıyoruz. Saf bilince, sonsuz hayata, ve bitimsiz benliğe ulaşmanın yegane yolu bu. Bilinç, insan ruhunun peygamberi; duygu ise insanın ruhunu insanın bedeni aracılığıyla ele geçirmeye çalışmaktan vazgeçmeyen şeytan.
3.
Yazının icadı bir bakıma belleğin icadıdır. İster gereksinim ister rastlantı sonucu olsun, yaşantıların kayıt altına alınmasının başlangıcı, pek çoklarının haklılıkla belirttiği gibi “birlikte hareket eden bir tür olarak insanın” başlangıcıdır. Demek ki bu aynı zamanda tarihin başlangıcıdır. Bunu bir adım öteye taşıyarak şu saptamayı yapabiliriz: Kayıt tutma, ‘türün tekil üyelerinin’ yani kişilerin – kişisel belleğin – de başlangıcıdır. Kayıt tutana kadar bir tür bellekten söz etmek mümkün olmayacağı gibi bir kez kayıt tutmaya başladıktan sonra bellekten bağımsız bir varoluştan söz etmek de mümkün değildir. Tıpkı ‘bilgi’nin ‘tarih’ten ayrıştırılamaz oluşu gibi. İnsan belleğinin örgütlenme ekseninin ‘benlik’ olması, elimizdeki bilim literatürü tarafından açıklanabilir bir olgu. Benlik ekseninin varoluş sebebi ise insanın bilişsel mekanizmasının malzemesi duygu olan bir yapı üstüne kurulmasının bir seçimden çok bir zorunluluk olmasıdır. Hayati soru ise şu: Bellek, ‘benlik’ dışında bir eksen etrafında örgütlenebilir mi? Örgütlenebilirse bu eksen nedir? Bu farklı örgütlenmenin önemi nedir ve anlamı nedir? Bizi buraya kadar getiren belleğimiz, başka bir eksen etrafında örgütlenmeye başlarsa – başladıysa – bu bizi nereye götürecektir?
Şimdiye dek bildiklerimiz göre bilgi, zihin-beyinde örgütlü olarak tutulur. Ekonomik bir örgütlenmedir bu. Çünkü zihin-beyin; kapasite, enerji, sinirsel altyapı gibi iç ve karmaşıklık düzeyi, gürültü miktarı, çok kanallılık gibi dış sınırlayıcıların baskısı altında mümkün olan en çok ve en yüksek işlevli bilgiyi hazır ve işler tutmaya çalışır. Böylece bilginin kayıt, erişim, ve devamlılığı en üst ölçüde sağlanır. Tüm bu işlemler ve örgütlenme; yaşantıların dış kayıtlar halinde zihin dışına aktarılması, bu dış kayıtların tekrar zihinde işlenmesi, bu kayıtlardan yeni dış kayıtlar üretilmesi, ve üretilen yeni dış kayıtların yeniden zihinde işlenmesi döngüsü tarafından gerçekleştirilir. Bugünkü kayıt tutma biçimimizin düne göre farklılaştığı nokta ise kayıt tutmanın zihne tekrar-işlenmiş dış uyarıcı sağlamanın ötesinde, çok güçlü başka bir işleve daha sahip olmaya başlamasıdır. Şöyle ki: Bir yandan bilgiyi zihnimizde ekonomik olarak örgütlemeye devam ederken diğer yandan zihnimiz dışında da çeşitli örgütlemeler kullanıyoruz. Şimdiki – ve görülebilir gelecekteki – bilgiyi dışarıda örgütleme biçimimiz şimdiye dek kullandığımız dış örgütleme biçimlerinden sadece kolaylık, hız, ve çeşitlilik açısından farklıymış ama özünde nihayet birer kayıt tutma, saklama, ve erişim biçimiymiş gibi görülebilir. Oysa bu kayıt tutma, saklama, ve erişimdeki kolaylık, hız, ve çeşitlilik artışının bugün ulaştığı ve görülebilir gelecekte ulaşacağı düzey, bilginin etrafında örgütlendiği ana ekseni kaydırmaktadır. Kaymakta olan ana eksen, ‘benlik’ eksenidir. Nasıl?
Organizmanın kendisi tarafından örgütlenmemiş, dışarıda ‘hazır’ olarak örgütlenmiş bilgiye erişimdeki kolaylık, hız, ve çeşitlilik arttıkça, bu tür bilgiyi zihinde yeniden örgütlerken kendi organizmamıza ait olması gereken duygusal altyapı yerine ‘başka’ örgütleyici duygusal altyapıları da ‘hazır’ olarak ‘kendi’ zihinsel mekanizmamıza alıyoruz. Teknolojimizin bu evresinde, kayıt tutma biçimimiz evrimin sacayağına sahip olmuştur nihayet. Richard Dawkins’in sözünü ettiği ‘mim’lerin ortaya çıkışı ve yayılması böylece mümkün olmaktadır. Bu, kendi duygusal yapılanmamızın bilgi örgütleme işlerinde giderek daha az rol almasına neden oluyor. ‘Başka’ bünyelerin bilgi örgütleme biçimleri ve zaten biçimlenmiş örgütlü bilgiler, sosyal genler olarak, zihnimizdeki yapıları daha doğmadan belirlemeye başladı. Gidiş, bir ‘duygusal aynılaşmaya’ doğru gidiştir. İnsanın ölümsüzlüğünün önündeki en büyük engel ‘bağlı’ bulunduğu, ‘ben’in taşıyıcısı olan bedendir. Bedenden kurtuluşun ilk aşamasında, ilk büyük savaş duygulara karşı verilecektir. Duygular aynılaştırılarak ve bensizleştirilerek ‘yok’ edilecektir. Ve bilinç, ‘aynı’ duygusal yapı üstünde oluşarak tarihte ilk kez tüm insanlar için ortak bir eksen olarak ortaya çıkacaktır. Benlik ekseni değildir bu. Bir bütün olarak, kraldan köleye, bir karınca kolonisinin varoluş eksenidir. Tekil bireylerin bilinçli olmasına gerek olmayacaktır. Kralın ne yapılacağını bilmesi tüm koloniye yetecek, yetmekle kalmayacak, hayat, entropinin ikinci kanununa karşı ancak bu şekilde ayakta durmaya devam edebilecektir.
Devam edecek…
Ekrem Düzen
Visual :Henry Fuseli, Titania Awakening (Titanias Erwachen) 1785-1790, Oil on canvas, 2220 x 2800 mm Lent by the Kunstmuseum, Winterthur. Presented by George Reinhart, 1946 http://www.tate.org.uk/britain/exhibitions/gothicnightmares/infocus/awakening.htm
Serinleyenler