21. yüzyıl bize, bilim tarihinin yıldızlardan kalbe doğru bir yolculuk olduğunu iyiden iyiye gösteriyor artık. Bilimin bakışlarını yönelttiği yeni ufuklarda ağırlıklı olarak beyin, zihin ve duygularımız var. Bunlar yakın zamana dek önce kutsallık ve dokunulmazlıkları sonra da gözlem zorlukları nedeniyle pek el atılmamış konular. Şimdilerde bir yandan beynimizin ve zihnimizin yeteneklerini diğer yandan en mahrem duygularımızı araştırıyoruz. Örneğin aşk çoktandır bilimsel incelemenin nesnesi olmuş durumda. Bilim artık resmen içimizi kurcalıyor.
İnsan, zekâsıyla araştırıyor. Sadece bilim alanında değil elbette; bakkaldan ekmek almaktan mutfakta temiz bardak seçmeye, saçını başını düzeltmekten işe zamanında gitmeye kadar hayatın her alanında zekâmız işin içinde. Araştırmayla zekâ neredeyse eş anlamlı olacak kadar iç içe iki mekanizma. Evrim insana ancak araştırdığı takdirde yaşama şansı tanımış ve biz araştırmaya önce etrafımızdan başlamışız. Yıldızları, güneşi ve ayı; dağları, ırmakları ve denizleri; bitkileri, hayvanları ve toprağı anlamaya çalışmışız. Sonra yavaş yavaş kendimize yönelmişiz. Etimizi budumuzu, gözümüzü kaşımızı, ağzımızı burnumuzu araştırmışız. Tarihin bir parça rahata erdiği her fırsatta kendimizi de anlamaya çalışmışız.
Biraz da bu nedenle günümüzde artık tek bir zekâdan değil de pek çok zekâ türünden söz ediliyor. Bir zamanlar sayısal-uzaysal ilişkileri kurabilme ve işletebilme becerisi olarak tanımlanan zekâ artık yöneldiği alanlarda gösterdiği yeterlilik, hız, yenilik, mükemmellik gibi özeliklerle tanımlanıyor. Yakın zamanlarda duygusal zekâyla tanıştık örneğin. Sosyal-duygusal ilişkiler ve yaşantılar alanındaki zekânın en az sayısal-uzaysal zekâ kadar önemli ve hayati olabildiğini gördük. Bilim insanları, benzer şekilde, dil, müzik, beden, doğa gibi alanlara yönelmiş zekâları ayrı birer zekâ türü olarak ele alıyor ve inceliyorlar.
Yıldızlardan kalbe kendimizi, varoluşumuzu anlama serüveninde zekânın bizi en çok şaşırttığı alan belki de kendi içimize yönelik zekâmız. Çoklu zekâ teorisinin mimarlarından Howard Gardner, kişinin kendi içine yönelik araştırma-anlama yeteneğinin da bir zekâ türü olduğunu belirtiyor ve bunu kendilik zekâsı olarak adlandırıyor. Şaşırtıcı olan, bazı insanların kendilerini araştırma ve anlamada diğerlerinden daha başarılı olması değil. Pek çok diğer alanda oldukça zeki olduğu gözlenen kişilerin kendileriyle, kendi iç yaşantılarıyla (duyguları, değerleri, anlamları ve bunlarla ilintili davranışlarıyla) ilgili konularda adeta kör olabilmeleri.
Zekâsına hayran olduğunuz biyoloji olimpiyat takımı çalıştırıcısı kimya öğretmeniniz bir yandan acele hükümlerle kırıcı sözler söylerken diğer yandan kendisinin iyi bir dinleyici olduğunu iddia edip ve nezaketin öneminden dem vurabilir. İşyerinde birlikte çalıştığınız bir arkadaşınız, şahane briç oynayıp, çok kritik finans problemlerini bir çırpıda çözer ve yıllara göre oskar ödüllerini sayarken randevulara geç kalan hep kendisi olduğu halde her zaman diğerlerinin yer, zaman seçiminin hatalı olduğunda ısrar edebilir. Tüm okullarını birincilikle bitirmiş mühendis kuzeniniz, herkesin gözünün içine dik dik bakarak konuşma alışkanlığını iş görüşmelerinde de sürdürdüğü halde pek çok “yeteneksizin” iyi işler bulabilmesini iş görüşmecilerinin yetersizliğine ve yanlılığına bağlayabilir. Hem işinde hem sosyal hayatında çok takdir edilen sevgiliniz iki günün üçünde kendisine yeterince zaman ayırmadığınızdan yakınırken iş toplantısı dost meclisi diye diye haftanın üç dört günü sizi kendi başınıza bıraktığını fark etmeyebilir.
Günlük hayatın getirdiği pek çok olay ve sosyal ilişkiye şüpheyle ve sorgulayarak,araştırarak ve anlamaya çalışarak yaklaşırken kendi içimizde öylece var olarak bulduğumuz özelliklerimize dokunmak pek aklımıza gelmez. Sanki “benim bildiğim doğrudur”dan bile önce “benim içimdeyse o iyidir”den hareket ediyoruz. Başkalarının bizi kendi istediğimiz gibi anlamaları ve görmelerine çabalarken yine aynı başkalarını, kendimizi görebilmek için birer ayna olarak görebilmeyi ıskalıyoruz. Bu saptamada bir parça doğruluk varsa, bu demektir ki kendilik zekâsı edinebilmek ya da ortaya çıkarabilmek, böyle bir “kültür”den haberdar olup olmamakla, böyle bir kültürle yoğrulup yoğrulmamakla da doğrudan ilintili. Kısacası, “içgörü”nün de bir yetenek olduğunu, her yetenek gibi öğrenme ve çalışmayla geliştirilebileceğini kabul etmek gerekiyor.
Bilim nihayet kutsallık ve dokunulmazlık atfını bir kenara (ya da başkalarının üstüne) bırakarak “mahrem” alanlara el atmayı başardı. Doğanın keşfi henüz tümüyle bitmemiş olsa da içinde kaybolmamaya yetecek bir haritası var artık elimizde. Görünen o ki şimdi sıra içimizin haritasını çıkarmaya geldi. Aynı sürecin kendi içimizde işlemesinin önündeki tek engel belki de yine kendi zekamız. Daha doğrusu zekâmızın nelere yettiğini ve nelere yetmediğini sorgulamayışımız. Bir ya da birkaç alanda “iyi” olmak bizi her alanda iyi yapmıyor. Bazı hayati noktalarda başka bir zeka gösterebilmek için bu zekayı edinmek gerekiyor olabilir. Beş basamaklı sayıları kafadan çarpabiliyor olmak hangi davranışın gerçekten nezaket, anlayış, dürüstlük, veya erdem olduğunu bilmeyi beraberinde getirmiyor çünkü. Zekâmızın gözünü yıldızlardan alıp biraz da kendi kalbimize çevirebilmenin bir yolu varsa o da tekrar tekrar sormak ve aldığımız cevaplarla kolay kolay yetinmemek olsa gerek.
Ekrem Düzen
Visual: http://4.bp.blogspot.com/_3LN7Jjp1m18/TSiDxYy6SmI/AAAAAAAAAA4/6jcoLYoHASk/s640/PP30583.jpg
Serinleyenler