Kutuplarda Meşruiyet Arayanlar: Dışlayarak İktidar Olmanın Politik Psikolojisi

alt-ust

Fırat Haber Ajansı’ndan Ali Barış Kurt’la gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi 13.01.2015 tarihinde yayınlandı. Bu söyleşide, gündem olmaktan düşmeyen can yakıcı konulara politik psikolojik açıdan bakmaya çalıştık.

Türkiye toplumunun siyasal iktidarlarla bağında sorun sayılabilecek hangi örnekler var? Mesela, güncel tartışma niteliği de olan bir konu olarak; rüşvet. Toplum, yöneticilerin rüşvet almasından rahatsızlık duymuyor mu?

“Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar” sözünü bilmeyen yoktur. Bu söz, Fuzuli’nin Şikayetname’sinin en ünlü dizesidir ve 1534 yılına, yani Kanuni devrine, yani Osmanlı Devleti’nin en zengin ve en güçlü olduğu döneme aittir. Hiç eskimemiş bir sözdür bu ve “benim memurum işini bilir” gibi güncellemelerle hayatımızdaki varlığını taptaze sürdürür. Zaman zaman rüşvete karşı bazı sözler veya sözde önlemler işitilse de “bahşiş” hemen imdada yetişir. Bu yüzden bizim coğrafyamızda rüşvetin toplumsal bir karşılığı olmadığını söylemek imkansızdır. Çocuklarımıza aktif olarak öğrettiğimiz “sosyal normlar” arasında yer almaz belki ama günlük hayatın o kadar “olağan” bir parçasıdır ki, öğretmek için çaba gerekmez. Toplumun rüşvete bakışı, rüşvetle iş yaptırılamayacak kişilerin yönetici edilmemesinden bellidir. Ara sıra rüşvete hiç bulaşmamış yöneticilere rastlanabilir elbet, fakat o yöneticilerin etki alanlarıyla diğerleri arasındaki fark kimin itibar gördüğünü, yani sözünün geçtiğini anlatmaya yeter. Bizim coğrafyamızda rüşvet adeta bir sivil toplum insiyatifi gibidir. Yani kişiler sonradan dediklerini yaptıracakları kişileri yönetici ederler. Yurttaşların yönetime katılımı bu pazarlıkla gerçekleşir. Toplumun gözünde bu bir haksız kazanç değil, yurttaşın işinin yurttaşın istediği gibi halledilmesinin yurttaşa düşen payıdır. Yurttaşın vergi vererek hizmet alabildiği bir devlet kurabilmiş değiliz. O yüzden vergi yerine rüşvet veriyoruz. Yurttaş yöneticisine rüşvet vaat ediyor, yönetici ise rüşvet aldığı halde vaat ettiği hizmeti vermezse alaşağı edileceğini biliyor.

Sistemler, toplumun duyarsızlaşması için hangi argümanları, yöntemleri seçiyor?

Duyarlılık tıpkı dikkat gibi sınırlı bir kapasitedir. Toplumlar birim zamanlarda ancak belirli konulara duyarlı olabilirler. Toplumun nelere duyarlı olduğu kısmen o andaki aciliyetlerinin ne olduğuna kısmen de bu aciliyetin nasıl şekillendiğine bağlıdır. Toplumun duyarlılıkları, katılımcılık sevmeyen, karar alma işini ihtiyaç sahibine sormadan yürüten, her şeyin en iyisini kendisi bilen politikalar tarafından kolayca köreltilebilir. Öte yandan toplum hiç de katılımcı olmaya, karar alma mekanizmasına katılmaya, yani sorumluluk almaya meraklı olmayabilir. Mutlaka ve acilen ihtiyaç duyulan bir öğrenci yurdunun tarihi bir eseri tahrip edecek şekilde inşa edilmesi tipik bir toplumsal duyarsızlık örneğidir. Mutlaka ve acilen ihtiyaç duyulan bir havaalanının şehrin en ormanlık, yaban hayatı zengin, yağmuru bol bir arazide ve kuşların göç yolları üstünde inşa edilmesi de böyledir. Her iki örnekte de daha az yıkıcı seçeneklere başvurulmaması politik kararlardır. Fakat bu kararlar toplum tarafından kritik ölçüde eleştirilmemiş hatta çoğu yerde benimsenmiştir. Toplum, daha çevreci bir proje ile elindeki fırsatın kaçma tehlikesi arasında kalırsa neyi seçeceğine karar vermekte zorlanmaz.

Duyarlılık, acil ihtiyacın bir adım sonrasını dert edip etmemekle ölçülür. Toplumun dertsizliği katılımcılıktan hazzetmeyen politikalarda derhal karşılığını bulur. Bu politikalar topluma en acil ihtiyaçlardan bir adım ötesini göstermez. Bu bir kısır döngüden çok toplumla politika arasındaki danışıklı dövüştür. Toplum o duyarlılığı hep başkalarından bekler. Başkaları dediği kendisi kadar acil ihtiyacı olmayandır. Yani herkestir. Böylece herkes birbirinden duyarlılık beklerken aslında işini halletmeye çalışır. Bu danışıklı dövüşten sadece iki kesim zarar görür. Birincisi, fırsatçılık yapamayacak derecede güçsüz olanlardır. İkincisi ise bir sonraki adımı nesnel olarak ölçüp biçebilen ve herkesi uyarmaya çalışan bilgi ve donanım sahibi kişilerdir. Üstelik bu ikinciler, ilkesel olarak onaylamadıkları işlerin içinde bizzat yer almayı ahlaklı bulmadıkları için muhtemel kişisel kazançlardan da feragat ederek iki kere kaybederler.

Katılımcı sevmeyen, yani otoriter politika, hem güçsüzlerden hem de bilgi/donanım sahibi kişilerden kurtulmaya çalışır. Elindeki mevcut kaynaktan pay ayıramadığı güçsüzlerden kurtulmanın yolu onları başkalarının elinde bulunan kaynakları yağmalamaya sevk etmektir. Böylece bu kesimin hoşnutsuzluğunu kendi üzerinden uzaklaştırabilir. İşte bilgi ve donanım sahibi kişilerin hedef gösterilmesi bu noktadan başlar. Böylece yanyana gelmesinin önünde hiçbir doğal engel bulunmayan bu iki kesim sürekli karşı karşıya kalır. Bu politikanın en başarılı şekilde uygulandığı haller barışçıl protestolar sırasında eli sopalı ve palalıların meydana sürüldüğü hallerdir. Diğer yanda danışıklı dövüşü sürdürenler bu saldırıyı sadece seyreder, kendi aralarındaki mukaveleye attıkları imzalara bakarak birbirlerine imanlarını bir kez daha tazeler, o sırada eli sopalılar protestocuları kırar geçirir. Dolayısıyla bizde toplumun duyarsızlaştırılması için incelikli politikaların uygulanmasına hiç ihtiyaç yoktur. Kabası bu işi rahatlıkla görmektedir.

Medyanın rolü ne derecede?

Medya, en keskin pozisyonunda bile bu tür kepazelikleri vurgulu biçimde sergilemiyor. Ayırdığı yer ve zamanın azlığı, konuyu takipteki isteksizliği, haber veya değerlendirmenin sansasyon kısmının ağırlıklı oluşu eldeki meselenin ciddiyetle kavranmasını, konuşulmasını, tartışılmasını engelliyor. Medya seçici de değil bilgili de değil. Ya bir kişisel kusur ya bir polemik peşinde. Sistematik hata denen şeyden hiç haberi olmamış bugüne kadar. Neyin önemli neyin önemsiz olduğunu hiç anlamamış. Kopya veya kulaktan dolma istihbaratla karanlıkta tuttuğunu neye benzetirse onu çiziktiriyor. Aynı rezilliği üç gün üst üste haber yapma gayretkeşliğini ve cesaretini gösteremiyor. Belgeleri, yetkilileri, uzmanları, hesap sorma/hak arama süreçlerini haberin içine katamıyor, başkaları için yol gösterici olacak şekilde sergileyemiyor. Basit bir adres bile veremiyor. Hal böyle olunca zaten cılız ve her şeye yetişmeye çalışan dar bir kamuoyu da medyanın yetişemediğine kendisinin güç yetiremeyeceği hissiyatıyla oturduğu yerde oturmaya devam ediyor.

Bizim ülkemizde medya, tarihsel olarak konuşlandığı mekanın bir yokuş olmasının da etkisiyle, haber denen şeyin aşağıda bir yerlerde yakalanması gerektiğine evvela kendisi inanmış değil. Belki birkaç Ankara gazetecisi hariç. Bizde medya, sokaklardan değil de o sokakları sağdan ve soldan terbiye etmeye çalışan mürebbiye tayfasından beslendiği için giderek kendisi de aynı duyarsızlığın üreticisi haline geliyor.

Genetik olarak yayılmadığı malum olan ırkçılığı, toplumların çok kolay benimsemesi mümkün mü? Bunda özel bir tarihsellik de gerekiyor mu?

Irkçılık çok kolay yayılan bir hastalıktır. Hiçbir özel tarihsellik gerekmez. Fakat farklılıklarla bir arada yaşama kültürünün gelişmesi kesinlikle tarihsellik gerektirir. Bu da en az bir kuşak boyunca doğrudan barış deneyimi demektir. Aksi halde genetik bir hastalık nasıl aktarılırsa ırkçılık da aynı şekilde kuşaktan kuşağa aktarılır. Aktaran insanlar arasında biyolojik ebeveyn-çocuk ilişkisi olmasına gerek yoktur elbette, “günlük hayattaki davranış alışkanlıklarının bütünü” anlamındaki “kültür” dairesinde cereyan eden öğretme-öğrenme ilişkisi ırkçılığın bulaşması için yeterlidir.

Bazı coğrafyalarda diğerlerinden daha fazla sayıda farklı insan grubu ve gruplar-arası hareket vardır. Akdeniz ve Ortadoğu böyle coğrafyalardır. Mahalle-sokak ölçeğinden bölge-ülke ölçeğine dek her düzeyde kültürel ayrışmaya rastlanır. Bu farklılıkların her biri her an bir ayrımcılık, ötekileştirme, veya dışlama bahanesi olabilir. Tüm bunlar az çok karşılıklı olur. Fakat elbette belirli grupların tarih içinde daha baskın olduğunu ve öteden beri diğer bazı gruplar üzerinde sürekli bir yıpratma faaliyetinde bulunduğunu biliyoruz. Bunlar sistemli yıpratma faaliyetleridir. Hissedilir seviyede bir itişme-çatışma ortamının sürdürülmesi esas politikadır. Belki de coğrafyamızın en tutarlı ve kesintisiz politikaları farklılıkların yok edilmesini hedefleyen bu tahakküm politikalarıdır.

Bu tahakküm politikalarının da elbette toplumsal karşılığı vardır. Coğrafyamızın insanları birlikten kuvvet doğduğunu hiç görmemiştir. Farklı kültür gruplarıyla bir araya gelmenin mümkün olabileceğine ilişkin hiçbir tecrübesi yoktur. Coğrafyamızın kadim devletlerinden başlayarak kaynakların verimsiz kullanılması bir akılsızlık ürünü değil bir “devlet aklı”nın yöntemidir. Baskın grup bu tahakkümün bedelini kendi yaşam kalitesinden ödediğini sezgisiyle bilir, fakat yine de elindekini kaybetmemek uğruna muhtemel ama garanti edilmemiş bolluktan feragat eder. Bu feragatin sorumlusu daima bir “öteki”dir. “Öteki”nin değil de ötekileştirenin asıl tehdit olduğunu idrak etmenin koşulu “öteki”yle doğrudan temas, doğrudan deneyimdir.

Sistem dışı politik reflekslerin veya örgütlenmelerin ‘terörizm’ olarak yorumlanmasının arka planını nasıl görebiliriz? Toplumun tek başına edindiği bir ‘kötü huy’ olmasa gerek…

Son birkaç on yılda bazı sivil toplum kuruluşlarının, inisiyatiflerin, hareketlerin farklılıklardan doğan zenginliği deneyimleme ve bu deneyimi yayma çabasına giriştiğini gözlüyoruz. Ne var ki bu hareket henüz geniş ve tanımsız toplumda karşılık bulmuş değildir. Devlet ile sivil toplum arasındaki tavan-taban dengesi, bizzat devlet tarafından kasten engellenmektedir. Anadilini konuşmak, şarkısını türküsünü söylemek, dilediği yere yerleşmek, dilediği işte çalışmak, dilediği aileyi kurmak, kendi bedeni üzerinde dilediği tasarrufta bulunmak, dilediği gibi inanıp dilediği yerde dilediği şekilde ibadet etmek, dilediği yaşam biçimini benimsemek gibi en basit ve barışçıl sosyal taleplerin bile “birlik ve bütünlüğe tehdit” olarak değerlendirilip hedef gösterilmesinin sebebi budur.

Diğer yandan barışçıl sosyal talep sahiplerinin birbirleriyle tanışma, paylaşma, birlikte hareket etme, ve örgütlenme motivasyonlarının son derece düşük olduğunu saptamalıyız. Bu motivasyon düşüklüğü de yine eldeki garantili kazanımı potansiyel fakat riskli kazanım karşısında kaybetme korkusuyla ilişkilidir. Motivasyon düşük olunca ortak akıl da oluşmuyor. Zannedildiğinin aksine akıl motivasyonu değil, motivasyon aklı biçimlendirir. Motivasyonu biçimlendiren ise tehdit algısıdır. Burada barışçıl sivil toplum örgütlerine düşen görev, aklın motivasyon üzerinde hakim olmasını sağlayacak nicelik ve nitelikte bir deneyim sürecini yaratmak ve çalıştırmaktır. Böyle bir süreçten geçen bireyler, tarihsel-toplumsal yani kollektif bilinçdışının kendilerine yaptığı propagandanın boş ve etkisiz olduğunu yaşayarak öğreneceklerdir. Bu deneyimi başkalarıyla da paylaşmak, giderek korkuyu kontrol etmeyi bilen bir zihinsel zemin oluşturacaktır.

Burada, toplumun ortak bilincinde sürekli canlı olduğu halde bir türlü yeterince vurgulanıp öne çıkarılmayan bir sosyal olgudan söz etmek zorundayız. Bizim coğrafyamızda kaynaklar sık sık el değiştirir. Her seferinde kaynakların yeni sahipleri bu kaynakları zorla ele geçirdiğini bilir. Bu yüzden sürekli bir suçluluk duygusu hakimdir. İnsan kendisine yapılan haksızlığı nasıl bilirse başkasına yaptığı haksızlığı da aynı şekilde bilir. Fakat hiçbir kişi veya hiçbir toplum başkasına haksızlık yapmış olduğunun bilinciyle var olmaya devam edemez. Bu zihinsel uyumsuzluğu gidermenin en kestirme yolu hakları ellerinden alınanların haksızlık görmeyi hak ettiğini yüksek sesle tekrarlamaktır. Başkasını değil kendisini inandırmaya çalıştığı için bu kadar sert ve temelsiz bağırıp çağırmaktadır. Böyle bir topluma kanıt, belge, tarih bilgisi falan sökmez. Bunlara ihtiyacı yoktur, çünkü kendisi tarih bilgisinin ta kendisidir. Bu bilgiyle arasına mesafe koymak zorundadır. O mesafeyi ancak ve ancak haklarını gasp ettiği toplum kesimlerini düşman, şeytan, terörist, yerine göre ateist, dinsiz, imansız, ahlaksız ilan ederek ve kendi suçluluk bilincinin yarattığı yalan dışındaki her gerçeği karalayarak sağlar.

Politik psikoloji açısından Batı toplumu ile Ortadoğu toplumu veya egemen-ezilen toplumlar arasında derin farklar var mı? 

Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ile dünyanın geri kalanı arasındaki politik-psikolojik farkların derinliği bugün sadece doğuştan Batı düşmanlarının görmemeyi seçtiği bir olgu. Ortadoğu bu olgusal farkı aktif olarak koruma çabası bakımından Batı-dışı dünyanın da özel bir yerinde konumlanıyor. Çok kaba bir genelleme yapıyor olma riskini alarak şunu yüksek sesle saptamak gerekir: Batı’da farklı güç odakları – aralarındaki çatışmalar ne denli güçlü ve yıkıcı olursa olsun – birbirlerinin varlıklarını tanıma ve birbirlerinin katkılarından yararlanma aşamasına gelmişlerdir. Ezen-ezilen mücadelesinde tarafların tümünün kazanmasını hedeflemeyen bir mücadelenin kazanmakla sonuçlanmayacağı, herkese kaybettireceği anlaşılmıştır. Bu mücadele, dünyanın geri kalanından farklı olarak, rakibi yok etme değil, kendi çıkarına da hizmet edecek şekilde dönüştürerek katkısından yararlanma mücadelesidir. Dünyanın başka coğrafyalarında bu mücadele biçimini iyi kötü taklit ederek durumunu iyileştirmeye çalışan ülkeler, toplumlar vardır. Bazısı yavaş bazısı hızlı yol katetmektedir. Ortadoğu ise kazanmanın hâlâ tüm rakipleri yok etmekle mümkün olduğuna inanmaya devam etmektedir.

Batı’daki hak mücadelelerinin bizim coğrafyamızda hiç hesaba katılmayan bir özelliğini de yeri gelmişken vurgulamalıyız. Batı’da hak mücadelesi verenler bu mücadeleyi hem kendi içlerindeki karşıt gruplara hem de dünyanın geri kalanına karşı vermektedirler. Özellikle Ortadoğu’da Batı’nın şeytanlaştırılması, Batı içindeki bu hak mücadelesinin görülmemesiyle ve gösterilmemesiyle mümkün olmaktadır. Hak mücadelesinin doğusu batısı yoktur. Batı’nın kötü örneklerini gösterenlere kötü örnekten örnek olmaz diyerek karşı durmak, iyi örneklere dikkat çekmek ve nihayet kendimiz de o iyi örneklerin üreticisi, çoğaltıcısı olmak zorundayız. Hak mücadelesi dayanışmayla zemin ve kuvvet kazanır. Haklı olmanın kuvvetli olmaya dönüşebilmesi için dayanışma şarttır. Bunun dışındaki yöntemlerle hak mücadelesi yapılamaz. Dayanışma dışındaki her yöntem bir hak talebine değil kendinizi kayırmaya çalıştığınız bir ayrıcalık talebine karşılık gelir.

Malumunuz, ‘çözüm süreci’ ülke gündeminin ana başlıklarından. Kimi aşamaları olduğu söylenen süreç -savaş gerçekliği dikkate alındığında- psikolojik bir başlığı da içermeli mi? Bu minvalde nasıl bir ‘tedavi’ye ihtiyaç var? 

Her şeyden önce bir gerçeklik tedavisine ihtiyaç var. Çözüm süreci olarak adlandırılan bu evrede, insanların gerçekten birbirlerine güvenerek birlikte bir gelecek inşa etmelerinin son derece somut şartları var. Lafla tedavi olmaz. Fiziksel tedavi gerçekleşmeden zihinsel tedavin gerçekleşeceğini ummak hayalciliktir. Geçmişte ne olup bittiğinin iyice anlaşılması ve tarafsız bir gözle tek tek üzerinden geçilmesi gerekir. Yüzleşme denilen hesaplaşmanın yapılabilmesi için karşımıza yüzleşeceğimiz kişiyi, yani kendimizi oturtmak zorundayız. Örneğin bir “Hakikat Kurulu” tam da bu yüzleşmeyi gerçekleştirmek için inşa edilmesi gereken müesseselerden biridir. Bir diğeri, nefret suçlarının tanımlanması, bu suçlarla ilgili ortak hukukun oluşturulması, ilgili yasaların çıkarılması ve yasaları icra edip denetleyecek kurumsal yapının tesis edilmesidir. Bunlar elbette büyük işler. Fakat zaman geçtikçe ve el atılmadıkça daha da büyüyecek ve yönetilmesi imkansızlaşacak işler. Tedavi, her şeyden önce tedaviye başlayarak gerçekleşir. Çözüm sürecinin bir pansuman değil de gerçekten tedavi olabilmesi bu adımların cesaretle atılmasına bağlıdır. Aksi halde kanama bir süreliğine durabilir fakat yara içten içe bünyeyi kemirmeye devam eder. Bir sonraki aşamada o yara kendisini kanayarak değil de bütün bedeni çürüterek gösterebilir. Siz kanamayı durdurduğunuzda yarayı iyileştirdim zannederken o sırada bütün bünyeyi çürütecek bir temel atmış olabilirsiniz.

Eğer inceleme fırsatı bulduysanız; herhangi coğrafyadaki savaşlarda ruh sağlığını yitirenlere çok rastlanıyor mu? Ya da benzer nedenlerle akıl hastası olanlar yoğunlukta mı?

Modern zamanların savaşları, kabaca sanayi devriminden sonraki savaşlar, başlıbaşına bir ruh sağlığı yitirme halidir. Birincisi, tümü kaçınılabilir savaşlar olduğu için; ikincisi, meselenin en uzağındaki siviller bile hedef ve kurban haline getirildiği için. Kişi, nereden niçin geldiğini bilemediği ve üstelik baş edemeyeceği büyüklükte bir felaketle karşılaştığında bu hatanın sebebini bilmek ister. Sebep aramak anlam aramaktır. Bir olayın sebebini bilmek demek o olayın tahmin edilebilir, kontrol edilebilir, değiştirilebilir olduğu hissini oluşturur. Oysa modern zamanların savaşları üzerinde kişilerin hiçbir kontrolü yoktur. Kontrol yoksa davranışların amacı da yoktur. Amaç yoksa anlam da yoktur. Fakat insan başına geleni anlamlandırmadan yaşayamaz. Bir amaç olmadan en gündelik hareketleri bile yapamaz. Akşam yatmak veya sabah kalkmak için bir amaç lazımdır. Sokağa çıkmak veya eve dönmek için de bir amaç lazımdır. Sebebini, amacını, anlamını yitirmiş insan yerinden kalkamaz, kalksa yatamaz, yatsa uyuyamaz, uyusa uyanamaz, uyansa yine yerinden kalkamaz. Kontrolün yitirilmesi sadece depresyon gibi şiddetli duygusal rahatsızlıklara değil gerçeğin algılanamaması hatta tümüyle kaybedilmesiyle sonuçlanabilecek derin kaygı bozukluklarına da yol açar. Savaşın olmadığı hallerde hiçbir şekilde kendini belli etmeyecek pek çok zihinsel ve duygusal rahatsızlık savaş ortamında kolayca ortaya çıkıverir.

Savaş, toplu deliliklerin de hazırlayıcısıdır. Felaket ister yakından ister uzaktan gelsin, kişilerin bulabileceği sebepler sadece erişebildikleri alanla sınırlıdır. Bu alan ise bilinen dostlardan ve bilinen düşmanlardan oluşur. Yani insan uzak ve büyük felaketleri de en yakınındakilerden bilir. İster düşük yoğunluklu ister düzenli olsun her savaş kişiler arasındaki ilişkilerdeki gerginliği arttırır ve düşmanca tutumları keskinleştirir. Savaş ve ötekileştirme yapışık ikizler gibidir. Birinin olduğu yerde diğerinin de bulunması kaçınılmazdır.

Son kertede insan, ne dostta ne düşmanda bulamadığı sebebi kendinde bulur, kendisinin yanlış olduğuna hükmeder. Bu durumdaki kişi kendisini bulunduğu yerden çekip çıkaracağını vaat eden her ele dost diye sarılmaya hazırdır. Kişilerin kendilerine en çok zarar verenlere gönülden bağlanmasının başlangıcı da işte böyle bir yenilmişlik ve çaresizlik duygusudur.

Sistem eliyle kutuplaştırılmış toplumların birbirleriyle olumlu temasını hangi şartlar mümkün kılar? Örneğin, Gezi sürecinde farklı kesimlerin yakınlığı zannederim Türkiye’de bir ilkti…

Gezi, ülkemiz tarihinde eşi benzeri olmayan bir protesto sürecidir. Gezi, üzerinde konuşmaya devam etmemiz fakat kesin sonuçlara varmaktan kaçınmamız gereken karmaşık bir olgu. Olan bitenin sırasını doğru kurmalıyız. Gezi, farklı kesimlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmadı, aksine, protestonun kendiliğinden ortaya çıkışı, cesareti, dürüstlüğü ve haklılığı farklı kesimleri kendisine çekti. Bu cazibe Gezi’yi büyüttüğü gibi aktif kısmının sonunu da getirdi. Gezi’deki farklı kesimler kendisini “asıl Gezi” olarak nitelemeye kalkıştı. Bu eğer Kara Murat’ı ele vermemek için kalkışılan bir “Kara Murat benim!” hareketi olsaydı erdemli bir hareket olurdu. Fakat Gezi’yi kendine mal etmeye çalışan kesimler böyle yapmakla Gezi’yi ele verdiler ve cisminin idamına sebep oldular. Gezi’yi farklı isimlendirmeye çalışanlar da Gezi’yi idama gönderenler arasındadır. Ben, Gezi ruhunun capcanlı ve dipdiri yaşamaya devam ettiğine inananlardanım. “Asıl Gezi biziz!” demeyen, deme ihtiyacı duymayanlar asıl Gezi’dir. Eğer Gezi’de farklı kesimler arasında bir yakınlık olduysa bu yakınlık “asıl Gezi biziz” demeyenler arasında olmuştur.

Toplumun kutuplaşmasında iktidarın payı elbette yadsınamaz. Ayrımcı ve şiddeti öven bir dil kullanan bir iktidar ile birleştirici ve barışçıl bir dil kullanan bir iktidarın etkileri bambaşkadır hiç şüphesiz. Burada bir kez daha tavan-taban karşılıklı biçimlendirmesini görüyoruz. Tavan ayrıştırmaya başlayınca tabana niye ayrıştınız diye sual etmek en hafif tabiriyle büyük ayıptır. Ne var ki burası bir Nasreddin Hoca ülkesi. Bu dili derhal benimseyip kendi mikro iktidar alanını yaratmaya çalışan pek çok kesim Gezi’yi sahiplenmeye hatta tapusunu almaya uğraştı. Devlet Gezi’yi kutuplaşmayı arttırmak yönünde çok iyi kullandı. Gezi paramparça olurken dönüp kendisinde kusur aramayan, iktidarın ayrıştırıcı tutumunu kendi bünyesinde benimseyip benimsemediğinden şüphe etmeyen herkes bu parçalanmada pay sahibidir.

Türkiye’deki mevcut iktidar, toplumsal tepkileri-eylemleri kendisine yönelik ciddi bir risk, tehlike olarak yorumluyor gibi. Demokrasiden mütemadiyen söz eden bir gücün böyle bir endişeye kapılması yanılgı mı, başka bir şey mi…

Eski zamanlardan bu yana bizim coğrafyamızda iktidarlar bu iktidarlarını endişelerine, korkularına, kaygılarına, paniklerine ve hatta paranoyalarına borçludur. Bunun sebebi bizdeki iktidarların farklı toplum kesimleri gözünde meşru kabul edilen bir toplumsal mutabakata dayanmıyor oluşudur. Bizim ülkemizdeki iktidarlar toplumun sadece bir kesiminden güç alırlar, diğerlerinin gözünde meşruiyet kazanmadan, diğerlerine “rağmen” hükümet ederler. Mevcut hükümetin pozisyonu da budur. Mevcut hükümet sadece kendisine oy verenlerin hükümetidir, bunun bilincindedir ve bunu hemen her gün hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak açıklıkta yüksek sesle beyan ve ilan etmektedir. Hükümete oy verenler de aynı bilinci paylaşmaktadır. Bir tek muhalefettekiler bu bilince ermiş değillerdir. Demokrasiden veya daha eski devirlerde “kullarının saadetinden” bahsetmeleri de işte bu kof muhalefeti oyalamak için başvurdukları bir idare-i maslahattan ibarettir.

Bu ülkede ateist olmak, gayrımüslim olmak, Alevi olmak, LGBTİ olmak, Kürt olmak, Gezi’nin içinde yer almış veya desteklemiş olmak, sosyal politikaları eleştirmek, merkezi eğitim sisteminin topyekun lağvedilmesini savunmak, zorunlu din dersine, zorunlu askerliğe, seçim barajına karşı çıkmak, darbe anayasası yerine eşitlikçi ve toplumun tüm kesimlerinin katılımıyla hazırlanacak bir toplumsal mutabakat anayasası talep etmek mevcut hükümet tarafından terörist, bozguncu, iç/dış düşman işbirlikçisi, bölücü gibi binbir çeşit etiketle damgalanıyor, damgalananlar fişleniyor, fişlenenler hedef gösteriliyor. Dönüp baktığımızda ise bunların hiçbirinin mevcut darbe anayasasıyla bile doğrudan ve açıktan çelişen bir tarafının olmadığını görüyoruz!

Biraz daha açmak gerekirse; hükümetin korktuğu olasılık nedir?

Toplumun gözünde sadece oy verenlerin meşru addettiği, diğerlerinin meşruiyetini tanımadığı bir hükümet tarafından yönetiliyoruz. Kendisine oy vermeyenler tarafından meşru görülmek için hiçbir çaba sarfetmeyen, aksine buna sinirlenen ve sinirini kendisini meşru görmeyenleri cezalandırmakla yatıştırmaya çalışan, bu yüzden de elde edebileceği meşruiyeti elinin tersiyle iten bir iktidarla karşı karşıyayız. Başka şekilde söyleyecek olursak; bizde seçimler kimin iktidar olacağının belirlenmesi için yapılmıyor. İktidarın meşruiyet derecesini saptamak için yapılıyor. Hükümet de kendisini kim meşru kabul ediyorsa onun hükümeti oluyor. Diğerlerinin de rızasını kazanmaya çalışacağına korkusuna mağlup olup onların celladı haline geliyor. Böyle yapmazsa oy veren destekçilerine zayıf görünüp mevcut meşruiyetini ve iktidarını kaybedeceğini zannediyor. Ne yazık ki bu ülkede korkularını aşıp bu cesareti gösterecek bir hükümet henüz zuhur etmedi. Mevcut hükümet de başlangıçta bu cesareti göstersin diye kendisine verilen tüm kredileri, iktidarını sadece kendisine oy verenler gözünde sağlamlaştırma uğruna harcadı. Günün birinde, korkuyla değil de güvenle hükümet eden, sadece oy verenlerin değil oy vermeyenlerin de gözünde meşru kabul edilecek hükümetlerin iş başına geleceği bir ülkeyi elbirliğiyle inşa etmeye çalışmak en gerçekçi gelecek tasarısıdır. Bunun dışında her şey ham hayalden ibarettir.

Ekrem Düzen

Yorumlayınız: