Özgür Yurt Özgür Yurttaş

Herkulaneischer Meister, Sappho, Pompeii, Neronian style, c. 50
http://en.wikipedia.org/wiki/File:Herkulaneischer_Meister_002.jpg

Özgür Yurttaşın Savaşı: civis romanus sum

Marcus Porcius Cato (M.Ö. 234 – M.Ö. 149)[i] Kartaca ile Roma’nın birbirine üstünlük sağlamaya çalıştığı dönemde (M.Ö. 264 – M.Ö. 146) yaşadı. Roma’ya hizmetleriyle nam salmış ancak yine de “halk tabakasından” bir ailenin çocuğuydu. Senatörlük dâhil pek çok unvanı bileğinin hakkıyla aldı. Roma müktesebatında bileğinin hakkıyla almak ne anlama geliyorsa o anlamın hakkını verdi. Sözü dinlenenler arasında yer tuttu. Kariyerinin ilk günlerinden itibaren üstlendiği her işi sükunetle, sebatla, ve azimle takip etti. Her konuda söz söyledi, tavır aldı, strateji geliştirdi. Ama onu bugüne taşıyan ve yarına taşıyacak olan sadece Roma’nın sadık bir memuru olması değildi. Cato, ülkesine sadakatinin tarifini yaptı. Bu tarifi, kendini bir sözle bağlayarak ve bu sözü her fırsatta bıkmadan tekrarlayarak oluşturdu. Cato, her ne zaman her nerede ve her ne hakkında görüş belirtmiş olursa olsun –  ister vergi oranları, ister yeni bir su kemeri, veya dilencilere yapılacak muamele hakkında – konuşmasını hep aynı sözle bitirdi. Öyle ki bu söz Cato’nun söylevlerinin imzası haline geldi: ceterum censeo carthaginem esse delendam [ayrıca kanaatim odur ki Kartaca yok edilmelidir.]

Cato, Roma ülkesinin varlığını her ne pahasına olursa olsun sürdürmeye çalışan cumhuriyetçi anlayışın bir temsilcisiydi. Cato’nun coğrafyasında, kendi egemen ülkenin özgür yurttaşı değilsen başka bir egemen ülkenin kölesi olmak dışında seçenek yoktu. Roma’dan daha eski bir cumhuriyet olan Kartaca için de geçerliydi bu. Şu farkla ki Roma palazlanmaya başladığında Kartaca çoktandır kendine güvenmenin tadını çıkarıyordu ve Roma’nın önünü keseceğinden pek şüphesi yoktu. Bu yüzden Roma Senatosu’nun her toplantısında Kartaca yok edilmelidir sözü işitilirken Kartaca Senatosu’nda Roma’ya karşı alınması gereken tedbirler bir türlü kesin kararlara bağlanamıyordu.

Roma bağımsız bir egemen cumhuriyet olarak kuruldu. Yunan site cumhuriyetlerinin bağımsızlık anlayışından ileri bir egemenlik anlayışıydı bu. Roma, zaman zaman belirli ortak amaçlar için geçici süreyle bir araya gelen rakip siteler konfederasyonu değildi. Tek bir örgütlenme olarak doğdu ve tek bir örgütlenme olarak büyüdü. Bir insanın Roma yurttaşı olabilmesinin tek bir koşulu vardı: Roma ülkesine hizmet etmek. Bunun için ne belirli bir kavme ait olması gerekiyordu, ne belirli bir coğrafyadan geliyor olması, ne de belirli bir dili konuşması. Bir kölenin bile Roma yurttaşı olma yolu açıktı.[ii] Özgür Roma yurttaşlarının gururla söylediği civis romanus sum [ben bir Roma yurttaşıyım] sözü Romalı olmayanların da ulaşmaya çalıştığı saygın bir varoluş biçiminin ifadesiydi. Roma Barışı (pax romana) denen olgu, Roma’nın, kendisini fiilen tehdit eden tüm rakiplerini alt ettiği ve potansiyel rakiplerinin henüz yeterince tehditkâr olmadığı bir dönem-coğrafyayı betimler. Pax romana M.Ö. 27 ile M.S. 180 yılları arasındaki yaklaşık iki yüzyıllık bir zaman dilimine, 5 milyon kilometrekarelik bir coğrafyaya, ve 100 milyon nüfusa karşılık gelir.

Yayılmacı politikanın neredeyse dondurulduğu bu barış döneminin başlangıcından iki yüzyıl önce ise, Cato’nun zamanında, Roma’nın egemen bir ülke olarak varlığını kalıcı kılıp sürdürebilmesinin baş koşulu Kartaca’nın yok edilmesiydi. Henüz Yunan kolonilerinin tehdit olmaktan çıkmamış olduğu bu çağda Kartaca hiç de sıradan bir rakip değildi.

Kartaca, oligarşik bir konfederasyon olarak örgütlenmişti. Varlığı denizaşırı ticari kolonileşme esasına dayanıyordu. Cumhuriyeti oluşturan siteler bu ticari kolonileşmeye katkılarının niteliğine ve niceliğine göre yönetim kademelerini paylaşıyordu. Bu oligarşik yapı Akdeniz dünyasının neredeyse bütün ticaretini ve ulaşımını Kartaca’nın yürütmesini sağlıyordu. İçdeniz’de egemenlik arayan her unsur Kartaca rüzgârına göre dümen tutmak zorundaydı. Başka sitelerin askerlerini bile Kartaca taşıyordu. Karaların ortasındaki su kıtasında uçan kuş Kartaca’ya kira ödüyordu. Biraz da bu güvenle Kartaca düzenli ve sürekli bir ordu beslemiyordu. İhtiyaç duyulan zamanlarda paralı askerlerden bir ordu toplanıyordu. Kartaca konfederasyonuna bağlı siteler ve Kartaca’yla iyi geçinmekten nemalanan komşu toprakların halkları bu orduya asker sağlıyordu. Kartaca hiçbir zaman egemenliğini Roma tipi askeri yayılmacılıkla kurmaya çalışmadı. Ancak benimsediği yayılmacılık tipi askeri yayılmacılık stratejisi karşısındaki en tehlikeli stratejiydi. Kartaca konsüllerine strategos denmesinin bir sebebi de bu olsa gerek.[iii]

Yunan sitelerinin ve kolonilerinin güçten düşmeye başladığı bu çağda Roma ve Kartaca, Akdeniz’de, biri çoktan rüştünü ispat etmiş diğeri ona kafa tutmaya azimli iki büyük güç olarak birbirlerinin karşısında yerlerini aldılar. Kartaca için Roma, eğer önü kesilmezse gelecekte egemenliğine tehdit olabilecek potansiyel bir rakipti ve henüz göze alınmayacak denli güçlü değildi. Roma içinse Kartaca, sürekli pazarlık yapmak zorunda kaldığı, çok geniş alanlara yayılmış bir güç merkeziydi. Kartaca, denizler hâkimiydi. Belliydi ki Kartaca yok edilmedikçe Roma, yurttaşlarının özgürlük vaad edebilen egemen bir ülke olamayacaktı.

Aynı iç-kıtayı oluşturan karaların ve denizlerin girift coğrafyasıyla şekillenmiş bu iki ülke hiçbir anlamda günümüz ulus-devletlerine benzemezler. Kuşkusuz her ikisi de bünyesinde binbir farklı dil konuşan binbir farklı kavim barındırıyordu. Ve kuşkusuz her ikisinde de hâkim sınıflar vardı. Ve kuşkusuz bu hâkim sınıflar bazı kavimleri daha çok besliyor, bazı kavimlerden daha çok besleniyordu. Ama hangi sınıf-kavim matrisi hâkim olursa olsun hâkimlerin gözetmek zorunda olduğu unsur ulus değil ülke idi. Cato’nun yok edilmesini arzu ettiği nesne Kartaca ulusu değil, Kartaca ülkesiydi. Kartaca diye bir ulus yoktu; tıpkı Roma diye bir ulus olmayışı gibi. Kartaca diye bir ülke vardı; tıpkı Roma diye bir ülke oluşu gibi.[iv]

Birinci Pön Savaşı sırasında Kartaca ve Roma, M.Ö. 264
http://en.wikipedia.org/wiki/File:First_Punic_War_264_BC.jpg

Hanibal Roma üstüne yürüyene kadar Kartaca bir orta yol arayışındaydı. Babası Hamilkar, Hanibal’in kulağına durmadan Roma’nın ne büyük bela olduğunu fısıldayıp durmuştu. Meramı, Roma tarafından yutulmamaktı. Kartaca, Roma’yı dengeleyebildiği sürece var olmaya devam edebilirdi. Bu nedenle daima zinde kalmalıydı. Hamilkar’ın Hanibal’den isteği aldanmaması ve gevşememesiydi. Ne zaman ki orta yol bir çözüm olasılığı olmaktan çıktı o zaman Kartaca ve Roma kozlarını paylaştı. Her ikisinin de karşısında kendi sınırlarını zorlayan bir rakip vardı. Bu rakip bir ulus değil bir ülkeydi. Bu ayrım, hayati bir ayrımdır ve bu ayrımı anlamak Cato’nun Kartaca’ya karşı söylevinin veya Hanibal’in Roma yürüyüşünün nasıl olup da bir özgürlük arayışı olduğunu anlamanın şartıdır.

Cato ve Hanibal’in dünyasında insanlar, ülkelere doğarlardı. Altı yüzyıl sonra Roma, kavimler göçü dalgasıyla yıkılınca Avrupa coğrafyası sayısız krallığa, prensliğe, şefliğe bölündü. Ama bu krallıklar birer ülke olamadı. Çünkü bu krallıklar Roma gibi bir “ülke” olmayı değil Roma gibi “zengin ve güçlü” olmayı arzu etti. Roma’nın zengin ve güçlü olduğu için bir ülke değil de bir ülke olduğu için zengin ve güçlü olabildiğini kavrayamadı. Bir ülkeden zenginlik ve güç yaratan insanların yerini zenginlik ve güçten bir ülke yaratmaya çalışanlar aldı. Roma yıkıldığında ne fakirdi ne de güçsüz. Bir ülke olmaktan uzaklaşmış bir mülke dönüşmüştü. Özgür yurttaşların ülkesi egemenlerin mülkü haline gelmişti. Ülke için savaşan özgür yurttaşın yerine egemenin mülkü için savaşan paralı asker geçmişti.[v]

Roma’yı büyük yapan, özgür yurttaş tasarısını görünen ufkun ötesine taşımaktı. Roma’yı Yunan’dan ve İskender’in Helen Dünyası’ndan ayıran bu ileri ufuktur. Yunan’da filizlenmiş özgür yurttaş düşüncesi İskender’in elinde mutlak egemenlik lehine tırpanlandı. Roma, egemenlikten vazgeçmeksizin özgür olmayı deneme cesareti gösterdiği için kalıcı olabildi. Bu cesaretin bedelini, egemenliğini özgür kılma değil tutsak etme üstüne inşa eden kavimlerin elinde ağır ve uzun bir işkenceyle ödedi.

Roma, bünyesinde daha fazla sayıda özgür yurttaş barındırabilseydi, tüm halkların tüm sosyal sınıflarına özgür yurttaş olma yolunu açık tutabilseydi kavimler göçü dalgasına dayanabilir miydi? Bir süre işgal edilse bile yeniden bir ülke olarak dirilebilir miydi?[vi] Kendi içinden çökmeye başlamamış bir ülkenin dışarıdan çökertilmesi yine de mümkün olur muydu? Yıkılışını sadece kavimler göçüne değil de aynı zamanda bu göçe karşı koymaya azimli özgür yurttaş sayısının kritik sayının altında kalmasına bağlamak mümkün müdür? Kavimler göçü hiç olmasaydı, Roma, kendisinden daha yüksek oranda özgür yurttaşa sahip bir ülkenin egemenliği altına girer miydi?

Kartaca’nın Roma karşısında sahip olmadığı asıl unsur özgür yurttaş unsuruydu. Kartacalılar’ın günlük konuşmalarında civis carthaginem sum diye bir izzetinefs[vii] sözü olsaydı Roma ve Kartaca birbirini yok etmeden yanyana yaşayabilirler miydi? Roma, Kartaca karşısındaki Roma gibi, kendisini bu anlamda geçecek bir ülke karşısında egemenliğini sürdürebilir miydi? Kartaca, özgür yurttaş tasarısına sahip olmadığı için Roma karşısında var kalamadı. Roma, özgür yurttaş tasarısını kendisinden daha ileriye taşımış bir ülke karşısında var kalmaya devam edebilir miydi?[viii]

Ülke Yurttaşlığından Mülk Hizmetçiliğine

Roma’nın yıkılışının ardından her bir parçası birer Roma olma azmindeki kralların eline geçmiş toprakların insanları bir ülkeye değil feodal beyin mülküne doğdu. Yurttaş, köle oldu. Feodal beyin mülkü haline gelen insanlar bu dünyada kendi ülkesinin özgür yurttaşı olma niteliğini, özgür yurttaş olabilme ihtimalini kaybetti. Ama bu büyük kayıp özgür insan olma çabasını yok etmedi. Aynı insanlar başka bir krallıkta, tahayyül edilebilecek en büyük ülkede, Tanrı’nın egemenliğinde yeniden insan olabilmeyi, yeniden kendisi olabilmeyi, yeniden özgür olabilmeyi tasavvur etti. Bu ilahi tasavvur, insanın kendisine en büyük vaadiydi. Ölümden sonra tutulacak olsa bile…

Tanrı’nın söz hoştu ve kesindi. Yaşlı veya genç, kadın veya erkek, hayır sahibi veya günahkâr, bey veya köle, zengin veya yoksul herkes Tanrı’nın krallığına girebilecekti. Yeter ki günahlarının kefaretini ödemeye razı olsun. İyilere mükâfat, kötülere mücâzat yazılmıştı. Böylece herkes eşitlenecekti. Tanrı’nın sevgisi ve merhameti, mutlak ve kuşatıcıydı. Herkes bu sevgi ve merhamet ülkesinin eşit ve özgür yurttaşı olacaktı sonsuza dek. Sevgi ve merhamet, feodal beyin mülkü olan insana Tanrı’dan başka hiçkimse tarafından vaad edilmemişti. Öldükten sonra bile…

Bu tarihsel açıyı bir hipoteze dönüştürmek mümkün müdür? Özgürlük insanın her koşul altında var olmaya devam eden temel bir tasavvuru mudur? İnsanlar sürekli tutsak edilemezler mi? Bugünün çalışan sınıflarının sahip olmadığı haklara sahip olan, işi olan, evi olan, ailesi olan, miras bırakabilen ama özgür yurttaşlar arasında bulunmayan, kendisine verilenler ne kadar bol ve iyi olsa da bunları seçme şansı ve hakkı olmayan Romalı bir çiftlik kâhyası ne diye daha azı veya hiçbiri uğruna hatta hayatı pahasına özgürlük peşine düşsün? Özgür olmak insanı ne yapıyor ki tutsak insan neye sahip olursa olsun o şey olamıyor? Özgürlük ülküsü insanda neye karşılık geliyor ki yeryüzünde yok olduğu zaman gökyüzünde yeniden beliriveriyor?

Kendi toprağını yağma edip yurttaşına zulümden gayrı muameleyi reva görmeyen ve kendisini her daim erguvan harmani içinde hayal eden feodal bey, iktidarı Tanrı’ya kaptırdı, Feodal beyin kölesi Tanrı’nın hizmetçisi safına geçti. Hatırlanamayacak kadar eski zamanlardan beri doğdukları ülkelerin irili ufaklı binbir çeşit kutsalıyla bir arada yaşamış insanlar bir kuşak, üç kuşak, beş kuşak sonra aynı kutsallara inanmaya devam edenleri sürgün edecek ve hatta yakarak öldürecek kadar uzaklaştılar atalarının ilahlarından. Eğer özgür olmanın yolu Tanrı’nın hizmetçisi olmaktan geçiyorsa artık sadece rüyalarda kalmış ülkelerin ilahları da feda edilebilirdi, edilmeliydi. Böylece bütün ülkelerin iklimlerine, doğalarına kaynaşık tüm kutsallar, sevgi ve merhametin Tanrısı’na kurban edildi. Ülkeler coğrafyası, bu ilahi tasavvurun hâkim olduğu tek bir coğrafyaya dönüştü.

Ne var ki Tanrı’ya tevdi edilmiş bir vaat olarak özgürlük tasavvurunun, aynı Tanrı’nın yeryüzünde hizmetçibaşılığına soyunmuş ruhbanı tarafından kendi sınıfının egemenlik aygıtına dönüştürülmesi pek çabuk ve pek kesin gerçekleşti. Yeni Roma, yine Roma’da, bu kez Tanrı’nın Roma’sı olarak kuruldu. İnsanlar sebebin sonuç sonucun sebep olabileceği kadar birbiri içine yuvalanmış bir hak-batıl cenderesinde Tanrı’nın krallığının yeryüzüne inmesini bekleme işkencesi altında tam bin yıl el yordamıyla hayata tutunmaya çalıştı. Ta ki bir adam çıkıp yaşadığı ülkenin sınırını inancıyla değil konuştuğu dille çizinceye kadar.

Martin Luther Kutsal Kitap’ı “köylülerin” diline çevirmenin yaratacağı zincirleme reaksiyonun gün gelip dillerini konuşamasınlar diye insanların dişlerinin sökülmesine, dillerinin gerçekten kesilmesine varacağını görmüş müdür? Veya “uzak” diyarlardaki “vahşilerin” insan sayılmayacağını kutsal mühürle belgeleyen ruhban bu hırsını biraz da Luther’e diş geçirememiş olmaya bağlayabilmiş midir? Martin Luther (1483-1546), Sekizinci Henry (1491-1547), ve John Calvin (1509-1564) aynı çağda yaşadı. Üçünün ömrü aynı seksen yılı paylaştı ve bu üç sima henüz hayattayken Kutsal Kitap toplam sekiz yıl içinde sırasıyla Almanca (1522) İngilizce (1526) ve Fransızca’ya (1530) çevrildi. Kutsal Kitap’ı Almanların diline çevirmek sadece sıradan insanın vahyi anlamasını sağlamakla kalmadı. Bunun çok ötesinde bir etkisi oldu: Tüm coğrafyalara hükmeden tek inancın ve bu inancın evrensel aktarıcısı tek dilin bütünlüğünü kırdı. Ruhbanın dilini parçaladı. Böylece tek iktidarı ve iktidarın tekliğini parçaladı.

Ülkelerinden koparılıp feodal beyin mülkü haline getirildikten sonra ancak ve sadece inancın yurttaşı olmalarına izin verilen – ama yurttaşlık yerine kilise mülkü hizmetçliğinin ötesinde bir nimet bulamayan – insanlara inanç dışında yurttaş olabilecekleri başka bir coğrafya gösterdi. İnsanın doğduğu coğrafyaya en çok benzeyen zemini, konuştuğu dili yeni bir ülke olarak insanların iradesine verdi. Bazı dillerde buna anadil denir, bazılarında doğmadil, bazılarında her ikisi birden. Çünkü insan bir annenin karnından bir coğrafyaya doğduğu gibi o annenin diline de doğar. Doğduğunda o dil oradadır, tıpkı coğrafyanın orada oluşu gibi.

Coğrafi keşifler, matbaa, basılı kitap, ve okuma-yazmanın yaygınlaşma çağıyla sıkı sıkıya örtüşen bu seksen yılda Luther’in Vatikan Roması’ndan kopardığı iktidar parçaları Avrupa’nı yeni kralları tarafından derhal ve büyük beceriyle kendi iktidarlarına katıldı. İnsanların kurtuluş tasavvurunu para karşılığı yine kendilerine satacak kadar azmış ve tevazu kabından içtiği kibir zehrinden başı dönmüş kilise, Luther’e de yeni kralların şımarıklıklarına da boyun eğmek zorunda kaldı.

Ne çare ki coğrafi keşifler insanlara yeniden gerçek ülkeler edindirmek şöyle dursun ülkesi olanları da ülkesinden ve özgürlüğünden etti. İktidar alanını özgür yurttaşlarla paylaşmayı reddeden kral ve iktidar alanında özgür yurttaşlara tahammül edemeyen rahip elele vererek henüz egemenliğini kaybetmemiş ülkelere ve bu ülkelerin henüz özgürlüğünü yitirmemiş yurttaşlarına saldırdı. Her ikisinin de önünde, Luther’in ellerinden aldığı iktidarı telafi edebilecekleri koskoca bir dünya vardı köleleştirilmeyi bekleyen. Artık tanrı katında da kendine yer bulamayan özgürlük tasavvuru üç yüzyıl boyunca fırtınalı denizlerde kendine sığınacak bir liman aradı.

Martin Luther, coğrafyaların uluslara bölünmesine ilham vermek istemiş midir? Veya bir coğrafyayı iklimi ve doğasıyla bir ülke olarak değil de okullarında ve ibadethanelerinde ezberletilen marşları ve ayetleriyle bir ulus olarak tasarlayanlar bu ilhamı Martin Luther’den aldığının farkında mıdır? Ne kadar doğal olursa olsun hava, toprak, su, ve ateş kadar somut bir nesne değildir dil. Son derece soyuttur. Her unsur ve oluşun zihnimizde ve gönlümüzde şu veya bu biçimde simgelere dönüşmüş halidir. Ve ilk bakışta fark edilmeyen çok temel ve çok büyük iki kusuru vardır: Birincisi, insanı insan yapan özelliklerin en başında gelse de bu en doğal beceri nihayet bir beceridir ve her beceri gibi öğrenmeyi ve öğretmeyi gerektirir. İkincisi, birbirine en yakın kişiler addedilen anne-çocuk arasında bile dil farklılaşır. İnsanlar arasında mesafe arttıkça ve yaşantı değiştikçe dildeki farklılaşma da artar. Birbirine şu veya bu nedenle temas etmeyen insan toplulukları arasında ise dil anlaşılmaz bir vırvırdan başka bir şey değildir. Barbar, vırvır eden kişidir, dilini anlamadığımız kişi, bir dil konuşan değil anlamsız sesler çıkaran kişi. İnsanları bir araya getiren bu en temel ve en doğal unsur, insanları ayıran en temel ve en doğal unsurdur aynı zamanda; zorlu dağları aşan yavuz bahadırların karşısına Oedipus’un Sfenks’i gibi dikiliverir; anlamadığı bir dil karşısında merhamet sahibinin zorbaya dönüşmesi bir nefesten daha uzun sürmez.

İşte dilin bu içkin özelliği Martin Luther’in eserinin öngörülmeyen etkisini keşfetmemizi sağlar. Luther insanlara kendi doğal dillerinden yapılmış yeni bir ülkenin kapılarını açarken iktidar alanları arasındaki fiziksel sınırları konuşulan dille ve bu dile koşut diğer simgelerle çizmenin de yolunu açtı. Eğer dil gibi tüm soyutların soyutu bir unsurdan bir ülke yapılabiliyorsa demek ki öğrenilebilen ve öğretilebilen başka soyut unsurlardan da ülkeler yapılabilir.

Konuşulan dilden bir ülke yapmanın yol açtığı felaketleri algılayabilmek için bilinen tarihi, dillerin soykırım tarihi olarak yeniden yazmak gerekir. Buradan bakınca tarihin, gerçek unsurların simgelere dönüşme ve simgelerin gerçek unsurların yerini alma tarihi olduğu apaçık ortaya çıkacaktır.

Konuşulan dilden bir ülke yapma fikri, zihinden başka bir yerde var olmayan simgelerden oluşan ülkeler yaratmanın yolunu açtı. Bu ülkelerin sınırları aynı simgeler kümesine sahip olduğu sanılan insanların bulunduğu noktaların birleştirilmesiyle çizildi. İnsan toplulukları, kendi zihinlerindekine benzer simgelere sahip olduğuna inandığı diğer insanların bulunduğu, sınırları bu soyut simge dizgesiyle belirlenmiş bir coğrafya parçasını ülke saydı. Bunun adına ulus dedi.

Fransız İhtilali’ne atfedilmesi adet olmuş ulus kavramı, dünya tarihinde gerçeklikten en uzak, en akıl dışı, ve en yıkıcı siyasi icatlardan biridir. Buna Martin Luther’in yol verdiğini düşünmek hazindir, ironiktir. Luter’den dört yüzyıl sonra ayrıntılı kayıtlara geçmiş ilk sistemli soykırımın Luther’in coğrafyasında gerçekleşmiş olması en büyük trajedilerden biridir.

Ulus öyle dehşetli bir aygıt olarak çıktı ki ortaya iklim, doğa, ve bunlarla içiçe yaşayan halkların birbirine baka baka karşılıklı şekillendiği coğrafyalardan oluşan ülke anlayışını tümüyle eritti. Bu aygıtın öğrenme sisteminde hiç kimse doğduğu yerin bir toprak parçası olduğunu, o toprak parçasının kendine has özellikleri bulunduğunu, kendisinin de o coğrafyanın özelliklerine benzer özellikler taşıdığının ayırdına varamadı. Ulusun ortaya çıkışıyla birlikte insanla ülkesinin bağı tamamen koptu. İnsanlar ülkelere değil uluslara doğdu. Ulusların sahiplendiği topraklar ülkeler coğrafyasıyla örtüşmez oldu. Bir zamanlar bulunduğu coğrafyanın çağrışımlarıyla anılan halklar, sonraları, etrafını çevirdikleri topraklara kendileriyle beraber sürükledikleri o başka iklimlerde kalmış coğrafyaların adlarını verdiler. Yığınlar, ülke olmayan, harita üzerinde rastgele çizilmiş sınırların içine toplaştı. Ve ulus denen, ne tarif edilebilen ne de görünce tanınabilen bir kavramın içinde kendisinin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Kundaklanmış bir bebek elini ayağını ne kadar keşfedebilirse insanlar da ulus kundağında kendisini o kadar keşfedebildi. Hiçbir ulusal eğitim insanı ülkesiyle tanıştırmadı; insanları kanlı canlı bir ülkenin yurttaşı değil gerçekte var olmayan bir nesnenin üyesi yapmaya çalıştı.

Martin Luther’in dil ülkesi de Fransız İhtilali’nin ulus-devleti de insanların özgürlük ve yurttaşlık tasavvurlarının ürünüdür kuşkusuz. Bir o kadar kuşkusuz olan ise her ikisinin de Roma ufkundan fersah fersah geride kaldığıdır. Roma’da yeterince serpilmeden erken bir hasatla feodal beyin değirmeninde öğütülüp kilisenin kazanında suyu çıkarılan özgür yurttaş tasavvuru, eski haline kavuşma hayaliyle kendini ulus-devletin imbiğine teslim etti. Bu imbikten çıka çıka temsili demokrasi çıktı. Özgürlük ve yurttaşlık, sahnede demokrasiyi beklerken onu temsil eden aygıt ve sürücüsünden başka kimseyle karşılaşmadı – ara sıra ortaya çıkıp kaybolan ve demokrasinin henüz gelmeyeceğini söyleyen küçük çocuklar dışında.

Özgür Yurttaşın Düşmanı: militum voluntarii

İnsan bir ülkeyi beş duyusuyla tanır. Ülke, kendisini insanın beş duyusuna teslim eden bir coğrafya parçasıdır: insanın doğduğunda içine doğduğu coğrafya parçası. O yüzden insan ülkesini çiçeğiyle böceğiyle tanır. Bazı bitkilerin yenebilir bazılarının yenemez olduğunu öğrenir. Havası yarayışlı yaylalar, romatizma azdırıcı rutubetli kuytular keşfeder. Dağına çıkar, denizine dalar, toprağını işler, üzerine evini kurar. Meraklısı kalabalık yerde alt alta üst üste, meraklı olmayanı tenhada bir başına dolanır. İnsan bir ülkenin neresini ne kadar seveceğine kendisi karar verir. Önce orada doğduğu için sever, sonra keşfede keşfede. Bazısı doğduğu beşikten ayrılmaz, bazısı keşfe tutkun olup doğduğu haneye bir daha uğramaz. Kendi bilir. Kendi egemen ülkenin özgür yurttaşı olan insan için ayağını bastığı her dirhem toprak kendi öz benliğindir.

Oysa insan bir ulusu beş duyusuyla tanıyamaz. Ulus, sadece zihindeki simgelerden oluşur. Bir ulusu o ulus yapan ortak simgeler kümesi, insanın konuştuğu dil gibi insanlar-arası ilişkilerin ürünüdür. Her simge, paylaşma yaygınlığı veya iletişim kolaylığı ne olursa olsun konuşulan dilin sahip olduğu tüm kusurlara sahiptir: Zihinden zihine değişir ve insanlar arasındaki etkileşimin ölçüsüne göre farklılaşır. Simgeler de dil gibi öğrenilir ve öğretilir.

İnsan ülkesi için savaşmak zorunda kalabilir. Henüz sınırlar olmadan yaşamanın yolunu geliştirecek kadar insanlaşmamış olabiliriz. Bu hal memnun olunacak veya meşrulaştırılmaya çalışılacak bir hal değildir; ama ortada anlaşılmayacak bir husus da yoktur.

Roma, tüm halkını yurttaş haline getirememiş olabilir. Roma, hâkim sınıfın dilini konuşamayanları veya iyi konuşamayanları aşağılamış olabilir. Ama ne halkların dilini yasaklamak gelmiştir Roma’nın aklına ne dişlerini sökmek ne de dillerini kesmek. Bunlar modern zamanların icadıdır. Roma Galya’ya gözünü diktiği zaman orada ele geçirmek istediği bir ülke vardı. Bu arzu vahşice bulunabilir. Galya Fatihi, ezip geçtiği yerlerde taş üstünde taş omuz üstünde baş bırakmamış olabilir. Bazı şehirlerde kedisine köpeğine varıncaya kadar kıyım yapmış olabilir. Günümüzün anlayışıyla bunlar onurlu davranışlar değildir. Ancak Galya Fatihi’nin maksadı Galya’yı ele geçirmekti, Galyalılar’ı yok etmek değil.

Bir ülkenin sınırı, birinin çıkıp bir çizgi çizip bundan berisi benimdir demesiyle çizilir. Bu çizgi de bu çizgiyi çeken de elle tutulur gözle görülür kanlı canlı nesnelerdir. Bir ülkeyi somut bir nesne yapan sınırının da coğrafyası ve iklimi kadar somut bir nesne olmasıdır.

Ulus-devletin somut bir sınırı var mıdır? Olabilir mi? Bir ulus-devletin harita sınırlarının dışında aynı ortak simgeler kümesine sahip insanlar yok mudur? Ve aynı harita sınırları dâhilinde birbiriyle hiç de ortak olmayan simgeler kümesine sahip insanlar yaşıyor olamaz mı? Gerçek tam da böyle değil midir? Ulus-devlet hangi koşulda “ortak simgeler kümesinden oluşan ülke” olur? Diyelim ki bir ulus-devlet sınırı dışındaki tüm ulusdaşlarını sınırı içine almayı başardı – ister göçle, ister işgalle – bu durumda bu ulus-devlet harita sınırları içindeki tüm insanlar aynı simgeler kümesine sahip oluncaya kadar saflaştırma, arındırma mı yapacaktır? Ulus-devlet, hangi sınır için savaşır?

Coğrafya ve iklimden değil de zihinlerdeki simge topluluğundan oluşan ulus-devlet için, aynı toplulukta yaşayan fakat farklı simge kümelerine sahip insanlarla sınır ötesindeki farklı simge kümelerine sahip insanlar bir ve aynı düşmandır. Nasıl ki hâkim topluluğun konuştuğu dilden başka dillerin konuşulması dilin sınırlarını belirlediği dil ülkesinin varlığına tehdit ise dil dâhil pek çok simge kümesinin bileşkesinden oluşan ulus-devlet için de bu bileşkeye ait görmediği farklı simge kümelerine sahip insanlar ulus-devletin varlığına tehdittir.

Ulus tasavvuru, tasavvur sahibinin dağarcığındaki simgeler kadardır; bu tasavvur coğrafyanın özellikleriyle, iklimlerle, havasına, suyuna toprağına benzeyen halklarıyla bağlarını çoktan koparmıştır. Bunların yerini kendi dili, kendi tanrısı, kendi peygamberi, potinin bağı, şapkasının kenarı, dülbendinin endazesi, kendi selamı, kendi eyvallahı almıştır. Bu tasavvura göre bundan gayrısının katli dört kitapta vaciptir.

Bu nedenle ulus egemenliği için savaşmanın başlangıç noktası daima kapı komşusu oldu. Bu vahşet düzeyini savaş diye tanımlamak savaşın tarifini belirsizleştirip yok etti. Ulus savaşları öncesinde savaşlar, sınırları yeniden belirlemekle ilgiliydi. Mesele sınır meselesi olduğu sürece insan kendisini, ülkesinin egemenliği ve kendi özgürlüğü için savaştığına ikna edebilirdi. Oysa ulus egemenliği için şimdi işbirliği yapıp birlikte aynı komşunun boğazını kesen yoldaşlar komşunun işi bittikten sonra birbirinin boğazına sarıldı. Bunu yapmasına, yoldaşının bir kelimeyi kendisinden farklı bir aksanla telaffuz etmesi veya bir yemeğin içine bir dirhem fazla tuz katması yetti.

Günümüz dünyasında insanlar ülke zannettikleri ulus sınırlarında potansiyel iç ve dış düşmanlarla sarılı olarak yaşamaya başladı. Öyle ki herkes başka bir diyarın kendi ülkesi olduğuna, ve kendi ülkesinde işgalcilerin oturduğuna inandı. Böylece herkesin komşusu herkesin düşmanı haline geldi.

Gerçek unsurların simgelere dönüşme ve simgelerin gerçek unsurların yerini alma tarihi boyunca insan, uluslaştıkça ülkesizleşti. Ama iş bununla kalmadı. Özgül olarak tıpkı anadili gibi bir ülkeye doğmak zorunda olan insan yeni bir ülke bulma gayretiyle uluslaştı. Ve daha da ülkesizleşti. Feodal beyin kölesi olmaktan kurtulacağım derken ruhbanın sağmalı olmaktan ileri gidemeyen insan, ulus-devlette nihayet sürekli bir kadro edinebildi: Kendi ulusunun biçtiği özgür yurttaş üniformasını sırtına geçirdi ve ömür boyu gönüllü ulus askeri oldu. Ulusların her biri yek diğerinin karşısına, harita sınırlarının içinde ve dışında cevval, şedid, faik, mümtaz, hâkim, cesim, cesur, cabir, ve kahir bir düşman olarak dikiliverdi. Başlangıcından bugüne bir ulusun sınırını çizmenin yegâne yolu diğer ulusların boğazına çöküp son ferdine kadar yeryüzünden yok etmek oldu.

Ülkesizleşen insanın uluslaşma tarihi asıl düşmanın kim olduğunu unutturdu. Özgür yurttaşın tek ve gerçek düşmanının, ulus tarifiyle çizilen hatların ülke sınırı olduğuna ve bu tarif dışında kalan herkesin düşman olduğuna bizi inandırmaya çalışanlar olduğu artık hatırlanmaz oldu. Küllünden ufağına, savaşılacak unsurun ulus-devleti ülke diye yutturmaya çalışanlar olduğu, böyle bir savaşın insan olmanın tarifi gereği olduğu hiç öğretilmedi.

Özgür Yurttaşın Ülkesi: jus soli

Günümüz dünyasının siyasi haritasında yer alan devletlerin bazıları topraklarında doğma koşulunu o devletin yurttaşlığı için yeterli saymaktadır. Buna Roma hukukunda jus soli denmiştir. Başka hiçbir koşul aramaksızın sadece doğumla yurttaşlık tanıyan bu devletlerin neredeyse tamamı Amerika kıtasında, Yeni Dünya’daki devletlerdir. Doğmuş olmakla yurttaş olunabilecek devletler sayı bakımından dünya devletlerinin %20’sini, toprak büyüklüğü bakımından – Antarktika dışındaki – yeryüzü karalarının %32’sini, ve nüfus bakımından dünya nüfusunun %14’ünü oluşturmaktadır.[ix] Dünyanın geri kalanında ise pek karmaşık müktesebatların sisine boğulmuş başka bir ilke uygulanmaktadır. Bir ucu, Johann Gottlieb Fichte’ye dayandırılabilecek ama eski Yunan’a kadar izi takip edilebilecek bu ilke jus sanguinis olarak bilinmektedir. Her nasılsa o devletin yurttaşı olmuş bir yurttaşla şu veya bu şekilde ama mutlaka bir kan bağı veya buna eşdeğer bir bağlılık kanıtı talep eden bu ilke, tıpkı bir sözlükte bir kelimenin anlamının ancak ve ancak o sözlükteki diğer kelimelerle verilebilmesi gibi yurttaşlığı da ancak ve ancak diğer yurttaşlarla önceden kurulmuş ilintiler aracılığıyla tarif etmeye çalışmaktadır.[x] Bu beyhudelik, liberal Roma ufkunun, cumhuriyetçi Yunan ufkunu sadece aşmakla kalmayıp onu kategorik olarak da hiçlediğinin en yalın kanıtıdır.

Kan ilkesi, toprak ilkesinin yerini aldıkça insanlar kanın topraktan daha önemli olduğuna inandı. Ne keramettir ki kan peşine düşüp kendi ulusunun kanının dünyanın en şahanesi olduğu yalanıyla iktidarlarını sağlamlaştıranlar en büyük toprakların sahibi haline gelirken bu yalana inanıp kanlarının derdine düşenler topraksız, evsiz, ailesiz, kardeşsiz, kimsesiz, ve ülkesiz kaldılar. Ne acıdır ki bu kimsesiz yığınlar başka kan sahibi ulus-devletler tarafından ezim ezim ezilirken kendilerinin onlardan muhakkak ki çok daha üstün ve faziletli olduklarına inanmaya devam ettiler. Bu ezme aygıtının farkında olup ülke talep etmeye kalkışanların kanı ise asil kanlıların işkencehanelerinde ulus-devletin iktidar suyu hesabına akıtıldı.

Tarih ve tabiat yağmacılığı

Ulus-devletin bir ülkeye karşılık gelmeyişinin en açık kanıtlarından biri tüm yurttaşların egemenliğini ve özgürlüğünü yedi gün yirmidört saat tehdit eden tarih ve tabiat yağmacılığıdır. Yağmacılar, yarattıkları akıl ve gönül karışıklıkları arasında kendi dümenlerine bakmaktadırlar. Bize yurtsever olmayı öğütlerken kendileri, başta üzerine bastıkları topraklar ve denizler olmak üzere her yurdu ve herkesin yurdunu yutup çiğneyip tükürmektedirler. En büyük marifetleri, icraatlarını ulus-devletin âli menfaatleri kisvesine bürüyebilmektir. Örnek mi lazım, buyurun:

Tarih ve tabiat yağmacılığının ülkemiz coğrafyasındaki nirengi noktalarından biri gökkafes tabiriyle meşhur binadır. Geçmişte veya günümüzdeki yasal durumu ne olursa olsun bu gökkafes namıyla bednam bina tam bir hukuksuzluk abidesidir. Ülkemiz tarihinde işlenmiş en büyük cürümlerdendir. Bu cürüm bir kez bu ülkenin insanlarına ve bir kez de tüm insanlığa karşı işlenmiştir. Her yönüyle insan hakları ihlalidir. Öyle ki gökkafesin meşruluğu yönünde söylenecek her söz, atılacak her adım bu hukuksuzluğa, bu suça ortak olmak demektir. Burada hepimiz suçluyuz noktası da son derece tehlikelidir. Hayır, hepimiz suçlu değiliz. Aksine, suçlular ve suç ortakları adlarıyla sanlarıyla adresleriyle bellidir.

Dolmabahçe-Gümüşsuyu-Taşkışla

Gökkafes, tarih ve tabiat yağmacılığının tek örneği değildir kuşkusuz. Ancak öyle bir örnektir ki diğer tüm yağmacılık ve tahribat cürümlerini temsil etme kabiliyetine sahiptir. O nedenle başka halde özel isim muamelesi görmesi gereken bu kelimeye ben burada cins isim muamelesi gösteriyorum. Gökkafesin temsil kabiliyetinin içinde sadece yağma ve tahribat değil tasarlanmasından yükseltilmesine kadar her aşamada akıl izan sahiplerini delirtecek ölçüde pervasızlık, fütursuzluk, ve edepsizlik de vardır. Tek kelimeyle bir tüy dikme operasyonudur. Suçlular gözümüzün içine baka baka bizimle dalga geçmişlerdir ve dalga geçmeye devam etmektedirler. Gökkafes, kendisinden önceki tüm çirkinlikleri ve yağmaları meşrulaştırmakla kalmamış kendisinden sonra gelen ve beterin beteri çirkinliklerin ve yağmaların da yolunu sonuna kadar açmıştır.

Gökkafes, benim ülkesizleşmekte olduğumun kanıtıdır. Bu yağmaya engel olamadığım gibi engel olmaya kalkışırsam yasalara da karşı gelmiş oluyorum. Birileri toprağıma el koyuyor ve ben buna boyun eğmek zorunda kalıyorum. Bu mudur bu ulus-devletin bana vaadi?

Gökkafes, ülkemizden bir örnek. Bu örneğin benzerlerini dünyanın her yerinden gösterebiliriz. Gelişmiş Batı’dan henüz devletleşmeye çalışan Afrika’ya kadar ulus-devlet cenderesinde yaşayan tüm toplumlar bu yağmaya maruz kalmaktadır. Çünkü, ülkesinin toprağına değil de ulusunun kanına sahip olması gerektiğine inanmış, toprak olmadan kan olmayacağına değil de kan olmadan toprak olmayacağına inandırılmış insan toprağının derdine düşmemektedir. Toprağının derdine düşenin karşısına ulusçu dikilivermekte ve bu talep sahibinin nasıl da o ulusun bir düşmanı olduğunu ulus-devletin mahkemelerinde kanıtlayıvermektedir: Yağmaya karşı çıkan vatan hainidir.

Uluslaşan insanın ülkesizleşmesi, ulusçunun yurttaşı hainleştirmesiyle gerçekleşti. Ulusçu, kendisi gibi düşünmeyeni ya her fırsatta veya bu fırsatı yaratarak her noktada aşağıladı, horladı, küçümsedi, ezdi. Vatan haini diyemediğine deli dedi. Deli diyemediğine düşkün dedi.

Delinin elbette ulusu yoktur. İhtiyacı da yoktur. Meczubun, aptalın, çaresizin, şaşkının, hastanın, sayrının, marizin, müptelanın, bihuşun, divanenin, safın, cahilin, çolpanın, çalığın, toyun, torlağın, aksağın, sarsağın, alilin, malulün ulusu yoktur. İhtiyacı da yoktur. Delinin ve düşkünün ihtiyacı ülkedir. Doğduğunda kendisini tıpkı annesi gibi kutlayarak kabul edecek bir coğrafya. Kan bağını değil sadece doğumu kutlayan bir coğrafya. Çünkü eğer bir ülkesi olsaydı belki ne deli olurdu ne de düşkün.

İnsan gerçekte bir ülkeye doğar. İnsanın ülkesi, doğduğu yerdir. Ama ona doğduğu yerin bir ülke değil bir ulus-devlet olduğu öğretilecektir. Eğer bu bebek öğrenemeyecek kadar cılız olursa merhamet sahibi mütekebbirlerin insafına bırakılacak ve kendisiyle bunun ötesinde ilgilenilmeyecektir. Yok eğer öğrendiklerinin ötesine geçebilecek kadar sağduyu sahibi olmayı başarırsa kesinlikle yok edilecektir. Her iki kıyımdan da kurtulabilenler ancak yaşamın kıyısına gizlice, sesini çıkarmadan tutunacaktır. Ülkesi asla onun olmayacaktır. Ve o asla kendi ülkesinin özgür yurttaşı olamayacaktır.

[Bu yazı, zaman zaman güncellenen bir müsvedde olarak sürecektir…]

Ekrem Düzen


[i] Roma tarihinde baba-oğul iki Cato’ya rastlıyoruz.

[ii] Roma’da bir kölenin özgür yurttaş safına geçmesi hiç de kolay bir süreç değildi kuşkusuz. Üstelik bu düzenlemeler zaman içinde pek çok değişikliğe uğradı. Roma’da kölelik hukuku için bkz. ör.: http://penelope.uchicago.edu/Thayer/E/Roman/Texts/secondary/SMIGRA*/Servus.html / http://www.fordham.edu/halsall/ancient/slavery-romrep1.asp

[iii] Kartaca da Roma gibi bir krallık değildi. Ülke, zengin ve nüfuzlu (dolayısıyla “soylu”) ailelerin temsilcilerinden oluşan bir senato tarafından yönetiliyordu. Bu senato belirli zaman aralıklarında belirli süreler için bir strategos seçerdi.

[v] Burada “paralı asker”den anlaşılması gereken, egemenin mülkü için savaşan ve bu savaşın sonunda yine egemen tarafından takdir edilecek maddi/manevi menfaatin peşinde olan kişidir. Özgür yurttaş ise kendi toprağını savunmak ve dolayısıyla maddi/manevi varlığını sürdürmek, yükseltmek peşinde olan kişidir. Özgür yurttaş, kendisinin söz sahibi olduğu bir ülke için savaşmaktadır.

[vi] No civilization is destroyed from without unless it is destroyed from within.

[vii] Benlik saygısı (izzet: saygı; nefs: benlik).

[viii] Doğu Roma, Roma’dan sonra tam bin yıl egemen bir ülke olarak ayakta kaldı. Hatta bir ara sınırlarını neredeyse eski Roma’yla kıyaslanacak kadar genişletebildi. Doğu Roma’ya bir de bu gözle bakmak bize burnumuzun ucunda durup hiç görmediğimiz bazı gerçekleri gösterebilir mi?

Yorumlayınız:

Please log in using one of these methods to post your comment:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: