Üniversite Gençlik İhtiyaçları Araştırması’nın sonuçlarını Aralık 2009’da kamuoyuyla paylaşmıştık.[1] Bu araştırma 43 ildeki 59 üniversitede gerçekleştirildi. 1886 üniversiteli gence iki soru yöneltildi. İlk soruda, bir üniversite öğrencisi olarak yaşadıkları belli başlı sorunları belirtmeleri, ikinci soruda ise kendi saptadıkları sorunlara yine kendi çözüm önerilerini örnekler vererek yazmalarını istendi. Bu açık uçlu sorulara çok çeşitli yanıtlar verildi. Değerlendirme metodolojisine araştırma raporunda ayrıntılı bir şekilde yer verildi.
İlk bakışta üniversiteli gençler, kolayca tahmin edilebilecek “klasik” sorunlardan ve “klasik” çözüm önerilerinden bahseder görünmektedir. Bu sorunlar akademik hayat, sosyal hayat, barınma, ve temel hizmet alanları olmak üzere dört ana kümede 12 başlık altında toplanmaktadır. Bu başlıklar, bu sorunları saptamak için bilimsel araştırma yapmaya gerek olmadığını düşündürecek denli yalın başlıklardır. Ancak gençler sadece bu sorunları saymakla kalmadılar. Hayati önemde değerlendirmeler yaparak bu sorunların anlamlarına ve kökenlerine işaret ettiler.
Gençlere göre özellikle üniversite merkezli sorunların iki ana kökeni var: İlki kaynak yetersizliği. Bu saptama “sıradan” bir saptama olarak nitelendirilebilir. Ama ikincisi pek sıradan bulunmayabilir. Gençler asıl sorunun bu kaynakların verimli kullanılmayışı, var olan kaynaklardan yararlanılmayışı olduğunu vurguladılar. Üstelik çarpıcı bir oranla: Üniversiteli gençlere göre sorunların sadece %43’ü kaynak azlığıyla açıklanabilir. Geriye kalan %57’lik sorunlar öbeği ise var olan kaynakların gençlerin ihtiyacına göre düzenlenmemesi, bu ihtiyaçları karşılayacak şekilde kullanılmaması nedeniyle oluşuyor.
Bu saptama şu açıdan önemli: Gençler yokluktan şikâyet etmiyorlar. Var olan kaynaklara ulaşım ve erişimin kolaylaştırılmasını, kaynakların verimli ve etkili bir şekilde kullanılmasını talep ediyorlar. Mevcut kaynakların kullanılmadığını, boşa harcandığını görüyorlar. Birkaç örnek vermek gerekirse: Laboratuar var ama uygulama saati az; veya belirli saatler dışında laboratuar kapalı. Bina var ama okuma salonu yok, okuma salonu var ama ısıtılmıyor, ısıtılıyor ama aydınlatılmıyor; bunların hepsi bulunsa bile okuma salonunun anahtarı bulunamıyor. Kafeteryalar, yemekhaneler, kantinler sadece belirli saatlerde açık, özellikle akşam saatlerinde ve haftasonları kapalı; bu nedenle oturup çalışacak, okuyacak, dinlenecek, paylaşacak, üretecek, eğlenecek veya iki çift laf edecek yer yok. Yurtlara giriş çıkış saatleri kısıtlı ve katı kurallara bağlı; kadınlarla erkeklere farklı giriş çıkış saatleri uygulanıyor. Sosyal, sanatsal, kültürel faaliyetlerle ilgili topluluk veya kulüp kurmak ya mümkün değil veya çok zahmetli. Kulüpler ancak yönetimin “kafasındaki” listede yer alıyorsa kurulabiliyor. Olağan müfredat dışı yapılabilecek seminer, panel, toplantı, kurs gibi faaliyetler ya tümden yasak veya ancak yine yönetimin belirlediği konular ve isimlerle sınırlandırılıyor. Sinema veya tiyatro gösterileri bile sıkı izinlerle ve denetimlerle mümkün.
Bu örnekler sadece gençlerin enerjilerinin ve zamanlarının nasıl boşa harcandığını gösteren örnekler. Başka örnekler akademik kadronun etik dışı davranışlarını; idari personelin katı, anlayışsız, tepeden bakan, küçümseyici, azarlayıcı tavrını; üniversite hizmetlerinden sorumlu birimlerin binaları, sınıfları, bahçeleri nasıl bakımsız ve savruk bıraktığını; belediye otobüs seferleriyle ders saatlerinin koordine edilmesi gibi basit bir ihtiyacın bile nasıl karşılanamadığını ortaya koyuyor.
Bu örnekler 108 başlık altında toplanıyor. Bu başlıklar, üniversitelere tek kuruş yatırım yapılmasa bile eldeki mevcut koşullarla verimin iki katına çıkarılabileceğini gösteriyor. Bizim gibi “gelişmekte olan” sınıfından bir ülke için devasa bir büyüme oranıdır bu.
Nasıl oluyor da üniversite kaynakları gençlerin ihtiyaçlarına cevap vermekten bu kadar uzak? Gençlerin yanıtı kısa ve öz: “Çünkü üniversite yönetimi ile üniversiteli gençler arasındaki mesafe çok uzak.” Bu mesafe, gençlerin ihtiyaçlarının yönetimler tarafından bilinmemesi, tanınmaması, anlaşılmaması, takdir edilmemesi, kabul görmemesi anlamına geliyor. Üniversiteler sanki orada öğrenciler, gençler yokmuş gibi yönetiliyor. Amfiler, sınıflar, laboratuarlar, kütüphaneler, kafeteryalar, yollar, yurtlar bunları kullanan ve yararlanan gençlerin ihtiyaçlarına göre değil yönetimin kendi anlayışına ve takdirine göre şekillendiriliyor ve düzenleniyor. Gençlerin fikrini soran, ihtiyacını bilen, bu ihtiyaçlara göre düzenleme yapan bir yönetim anlayışı yok. Yönetim zihniyeti büyük oranda neyin yapılabileceğine değil neyin yapılamayacağına odaklanmış durumda. Yönetim gençlerin neye ihtiyacı olduğunu, gençler için en iyisini en iyi şekilde “zaten” biliyor. Dolayısıyla üniversiteler öğrenci merkezli değil, yönetim merkezli olarak yola devam ediyor.
Yönetim ile gençler arasındaki mesafe açıldıkça, örneğin boş bir sınıf etüt veya prova odasına dönüştürülemiyor. Akşam saatlerinde kapalı tutulan kantinler gençlerin serbest zaman geçirecekleri mekânlar olamıyor. Kütüphane ve kitap eksiği bulunan üniversitelerde gençler bu kütüphaneyi zenginleştirmek için en basit kampanyaları başlatamıyor. Şehirde genellikle gelir kaynağı olarak görülen ve bunun dışında kabul görmeyen gençler üniversite yerleşkesinin içinde veya yurtlarda da uygun bir çalışma, dinlenme, paylaşma, üretme fırsatı bulamıyor. Nasıl ki üniversiteler öğrenci merkezli değilse üniversite şehirleri de öğrenci dostu değil, müşteri dostu. Bütün bunların toplamı ise gençlerin bir araya gelememesi, tanışamaması, paylaşamaması, birlikte üretememesi ve büyüyememesiyle sonuçlanıyor.
Kısacası, ülkemizde gençlerin muhatabı yok. Üniversiteli olanlar bile ihtiyaçlarını ve taleplerini iletecek bir muhatap bulamıyorlar. Bir muhatap bulamadıkları gibi bir araya gelmeleri aktif olarak engellendiği için söylem ötesine geçebilen somut çözüm önerileri geliştiremiyorlar, geliştirdikleri önerileri deneyip hayata geçirme olanakları bulamıyorlar.
Ülkemizde gençler için en sık kullanılan ifadelerden biri gençlerin “başıboş” olduğudur. Bu mecaz bir gerçeğe işaret etmektedir. Gençler bu gerçeğin farkındadır. Buradaki tansiyon, bu gençlerin başını kendi hesabına göre doldurmaya çalışanlarla gençlerin kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmaları arasındadır. Gençlik kendilerinin yalnız bırakılmış olduğunun farkındadır. Ve bu yalnız bırakılmanın aynı zamanda geriye atılma, dünyanın gelişmiş kısımlarından geride kalma olduğunun da farkındadır. Lakin aynı gençler geride ve bir başına kalmış olmayı ne kendine ne başkasına yakıştıramamaktadır. Bu yüzden kendi başının çaresine bakmayı kuşaklar boyunca deneyimleye deneyimleye yine kendi başına öğrenmek zorunda kalmaktadır.
[1] Araştırma raporunun tamamına http://tog.org.tr/raporlar-ve-kitaplar_142 ve http://tr.scribd.com/collections/2805365/Ara%C5%9Ft%C4%B1rmalar bağlantılarından ulaşabilirsiniz.
Serinleyenler