Notos dergisi Haziran-Temmuz 2011 sayısında Oğuz Atay dosyası yaptı. Uzun zamandır bir derginin sayfa numaralarına varıncaya tamamını okumamıştım. Konu Oğuz Atay olunca benim gibi pek çok düşkünün dosyanın tamamın okuması olağan sayılabilir. Ancak derginin kredisini yalnızca dosya başlığına endekslemek haksızlık olur. Notos’un hazırladığı bu dosyada yer alan yazılar hem bir bütün olarak hem de tek tek ve tekrar tekrar okunmaya, kaynak olarak arşivlenmeye değer nitelikte.
Notos, Oğuz Atay dosyasında, kapsamlı değerlendirmeler kadar kısa notlar ve görüşlere de yer vermiş. Pek de iyi etmiş. Bu kısa parçalar dosyanın içeriğini zenginleştirici ve bütünleştirici bir etki yaratmış.
İşte bu kısa görüş-notlardan biri bir tartışmaya, daha doğrusu polemiğe yol açtı. Şavkar Altınel’in Tutunamayanlar odaklı Oğuz Atay değerlendirmesi Radikal tarafından alıntılanınca küçük bir kıyamet koptu. Oğuz Atay ve eserleriyle ilgili olumsuz bir yoruma rastlamamış – Şavkar Altınel’in tabiriyle “Atayist” – kitle bu adamın ne söylemeye çalışıyor olduğuna hiç aldırmadan tarikatine sövülmüş mürid insiyakıyle yürüdü üstüne. Ne edebi kişiliğinin sefilliği kaldı ne insanlığının sakilliği. Neyse ki Şavkar Altınel bu çiğ saldırılara oldukça ölçülü bir cevap yazdı da yüreğimiz biraz ferahladı. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1056918&Date=17.08.2011&CategoryID=41
Şavkar Altınel’in Notos’ta kısaca belirttiği ve Radikal’de biraz daha açımladığı görüşlerini son derece ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Bunu, Oğuz Atay’ı her yazdığıyla pek makbul addetmiş, Şavkar Altınel’i ise bir iki şiirine rastlamış olmanın ötesinde hiç tanımamış bir okur olarak söylüyorum. İlkine muhabbetim ne kadar sıcaksa ikincisine aşinalığım o kadar uzak kalmış. Biriyle neredeyse kişisel bir münasebet tesis etmiş gibi hissederken diğeriyle şöyle bir selamlaşmışlığım dahi yok. Bununla birlikte, bugüne dek Oğuz Atay ve yapıtları – hele de Tutunamayanlar – hakkında olumsuz herhangi bir haber, yorum, değerlendirme işitmemiş okur üzerinde Şavkar Altınel’in sözlerinin soğuk duş veya kötü şaka etkisi yapacağını tahmin etmenin zor bir tarafı da yok. Notos’taki kısa değerlendirmeyi ilk okuduğumda bendeki etkisi de bir baş dönmesi, bir göz kararması oldu mesela. İlk afallamayı atlattıktan sonra her kelimesi üzerinde dura dura birkaç kez okumam icap etti. Hiç alışık olmadığım ve karşılaşacağımı da ummadığım bir yorum, dikkatle çözümlenmeyi talep ediyordu.
Bu farklı yorumu ciddiye almamın gerekçesi, “eh bu da bu kişinin görüşü, saygı duymak lazım” gibi bir gerekçemsi değil. Böyle söylemiş olsaydım ciddiye almak gerekir derken hiç de sallamadığımı söylemiş olurdum.
Şavkar Altınel’in sözlerine yakından bakalım: Adamın biri marjinallikle ilgili bir kitap yazmış, çok satanlar arasına girmiş. Fıkrayı iyi anlatmadım galiba; koskoca salonda bir iki kişi dışında gülen yok. Bir de şöyle deneyeyim: Adamın biri, bazıları başkalarına benzemez, onlar gibi yaşayamaz, narin, hassas ‘tutunamayanlar’ olarak kalır diyen bir kitap yazıyor. Elli bin, yüz bin, yüz elli bin, üç yüz bin, beş yüz bin, bir milyon kişi, “İşte bizim hikâyemiz: Tutamayanlar BİZİZ!” deyip kitabı bağrına basıyor.
İmdi, ben de kendimi göğsümü gere gere Tutamayanlar BİZİZ! diyenlerden sayarım. Saymışlığım var, saymakla kalmayıp yazmışlığım var. Bunda bir beis görmüyorum. Lakin evvel eski Tutunamayanlar ahalisinin nasıl olup da mayoz bölünmeye uğramışçasına arttığına akıl erdiremezdim. Bulunmazlıkla kıymet ölçenlerden ve bulunmazlara dahil olmayı marifet bilenlerden değilim. “Bizi kimse anlamıyor abi, bizi anca biz anlarız;” gibisinden bizbizecilerden de uzağım. Murat Gülsoy’un Notos dosyasındaki yazısında belirttiği gibi tutunamayan olmak illa ki kaybeden olmak, başaramayan olmak falan demek değil; basitçe dışarıda kalan olmak demek. Sakın bana dışarısı neresi veya içerisi kimler diye sormayın. Kemal Tahir’in iki metre kitap yazarak güç bela anlattığını ben iki satırda özetleyecek değilim! Ama Şavkar Altınel bu sorunun niçin kolayca cevaplanamaz bir soru olduğunu sezdiriyor bize. Diyor ki: [Oğuz] Atay … her şeyden önce … “kendisi” değil. Başkahramanına “Özben” soyadını vermiş olabilir, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir “benlik” olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok; daha çok, bunları biryerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi. Yusuf Atılgan ya da Tezer Özlü’nün benzer krizlerden yola çıkarak yazdıklarını otantik bulup severek okuyabilmeme karşılık, Atay gözüme sığ ve yapay görünüyor.
Bu sözleri kendi dilime tercüme edecek olursam Şavkar Altınel pek yerinde olarak soruyor: “Yahu hani siz iki kahve masasını doldurmaz, dibine ışık vermez, ama kendini yakar tüketir aydınlardınız; bu ne kalabalık, bu ne gürültü yahu; ne ara memleket bu miktar aydın doldu; hadi doldu, niye hala etraf karanlık? Veya etrafımı göremiyorum diye benim kör olduğum sonucuna nasıl varılıyor?”
Bu hiç sorulmamış soruyu sormak Şavkar Altınel’i ciddiye almaya yeter de artar. Gerçi bu saptama kendisinin başını epeyce ağrıttı ama ben kendisine samimiyetle teşekkür ediyorum. Uzun zamandır formüle etmeye çalıştığım bir olguyu biraz daha somutlaştırıp ete kemiğe bürüyebilme fırsatı sağladığı için.
Açalım: Bu tartışma, benim pek rahatsız olduğum halde cesaretimi toplayıp bir türlü dillendiremediğim bir değerlendirme yaklaşımını sorgulama alanı açıyor: İlk rastladığımdan bu yana Oğuz Atay’ın eserlerinin “aydın olgusu” ekseninde değerlendirilmesi bende hep bir ağız tadı bozukluğu yarattı. Bu yaklaşım benim aklımın ermeyeceği sebeplerden pek kıymetli, pek işlevlidir herhalde. Bununla çok büyük bir derdim yok. Lakin bunun dışında bir değerlendirme yaklaşımı bulunmamasıyla derdim var. Sevgili Yıldız Ecevit ve diğer araştırmacıların olağanüstü çalışmalarına alttan alta dokundurma gibi bir terbiyesizlik etmekten hicap duyarım. Benim meselem, Oğuz Atay’ın figürlerine yönelmiş dikkatlerin bu figürlerin arkaplanını fena halde kaçırıyor olmalarıyla.
Şavkar Altınel’in saptamaları ile Oğuz Atay eserlerini “aydın olgusu” ekseninde ele alma yaklaşımını birlikte değerlendirmeyi deneyecek olursam bu değerlendirme şöyle bir itiraz olarak çıkıyor dilimden:
Oğuz Atay Tutunamayanlar’da hepsini toplasan bir avuca sığar bir azınlığı mı anlatmaktadır? Tutunamayanlar, bir küçücük burjuvacık içi dolu çekirdek ailecik, okumuş etmiş iş güç arkadaş çevre edinmiş, üstelik roman falan okuyup üç beş tiyatro sinema görmüş, yazları Güney’e kışları parası yetip dağa gidemediği için yine Güney’e koşturan, memleketi kurtarmakla kaynanasından kurtulmayı iki duble arasında bir hizaya sıkıştıran, sevgiliyle evliliği kariyerle hobiyi aynı tencerede buluşturan, lakin bunca meşgale ve kalabalığa rağmen hala pek yalnız pek tenha, bünyesi mutlaka hassas, kendisini hiç anlatamamış ve başkalarınca da hiç anlaşılmamış insanların hikayesi midir?
Yoksa kendi vaziyet-i umumiyesini anlamaya yeltenip kıyıdan biraz açıldıktan sonra mevzuya fazla bulaşmasa kendisi için daha hayırlı olacağını sezmişlerin hikayesi midir?
Doğumu Latince ölümü Arapça kayda geçirilen ve bu ikisinin arasını Türkçe şerh etmeye davranan ama yine de kendi hal tercümelerini derleyemeyenler bir avuç marjinal midir?
Nasıl oluyor da Tutunamayanlar falanca filanca iç ve dış buhranların, bunalımların, çıkmazların, açmazların, tutmazların, velhasıl cümle uymazların girdaplarında boğulayazan ve nihayet boğulmaya teslim olan küçük burjuva aydınının hikayesi addedilebiliyor? Sadece? Çünkü nasıl oluyor da mühendis olmak veya memur çocuğu olmak veya salon salomanje apartman dairesinde oturmak… veya sahaftan felek ne rast getirdiyse hem de zamanın Türkiyesi’nin elverdiği şartlar mucibince onbeşyirmi hadi diyelim kırkelli kitap devşirmek… evet, nasıl oluyor da bu haller küçük burjuva aydın nüvesi, üyesi, temsilcisi, vesairesi olmak anlamına gelebiliyor? Sadece? Gerek şart bile değilken nasıl yeter şart olabiliyor?
Oğuz Atay kendisi olamadığı için mi kendisi olamayanları diline dolamıştır? Kendisi olmuş da bize olmamışların trajedisini mi çakmaktadır, yüksek kibir tepelerinden? Yoksa cümlemizin hamlığını hiçbirimizi incitmeden yüzümüze aksettirmek midir muradı? Başka türlü bir son yazmayı beceremediğinden mi intihara sürüklenmiştir Selim’i? “Kendisi olamadığı için başka birşey de olamama” günahlarımızın kefaretini Selimciğim Işık’a yükleyerek onu bizim için çarmıha germiş olmasın sakın? Bu coğrafyanın her halkının son üçyüz yıldır sürekli sorduğu “nereye bu gidiş” sorusunu cevaplayamayışındaki tuhaflığı farketmiş ve bu kez de farketmekten yakayı sıyıramamış olmak – aklının ermeyişinden değil de – edep ve terbiyesinin buna müsaade etmeyişinden olamaz mı?
Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’indeki ansiklopedist Selahhattin Darvınoğlu pekala bir Oğuz Atay karakteri olamaz mı? Ya da Yeni Hayat’taki hangi anlatıcı bir Oğuz Atay karakteri olamaz? Her kendisi olamamış biçare kendilik sıtması tuttuğunda en acil eczayı ansiklopedilerde bulmakta değil midir? Bulamayan kendi ansiklopedisini yazmaya kalkışmakta değil midir? Oğuz Atay “kendisi olamama”nın ansiklopedisini yazmış değil midir? Bu yüzden değil midir ki bize hiç olmazsa gün ağarıncaya kadar hayatta kalmamıza yetecek ansiklopedik bir dil öğretmiştir? Orhan Pamuk’un ömür boyu kendisi olma kazanında kaynattığı kahramanlarının uğradığı metamorfozun açtığı çukur Oğuz Atay’ın bütün intiharlarının toplu mezarı değil midir?
Tutunamayanların sadece dili değil arkaplanı da ansiklopediktir. Çünkü bu coğrafyanın insanı Ahmet Hamdi Tanpınar’da, Kemal Tahir’de, Oğuz Atay’da, ve nihayet Orhan Pamuk’ta parçalanarak kaybolan benliğini yine parça parça bir araya getirmeye çalışmaktadır. Yusuf Atılgan, Orhan Veli, ve İkinci Yeni, filizlenmekte iken kuruyuveren özgün benliklerin göz kırpmalarıyla tavlar bizi. Tavlar ama işin sonunu getiremez. Getiremez, çünkü bu özgün benlikler tek tek özgün benlik adacıklarının alt edemeyeceği devasa bir coğrafyanın tarih-selinde birer birer boğulup gider. Kala kala, padişah çocuklarının sünnet törenlerine özenip erkek çocuklarına mukavvadan sorguçlu serpuş ve ipeklinin taklidi bile olmayan polimer kumaştan kaftan giydirerek ‘düğün’ yapan kenar mahalle halkına caka satmaktan öte bir varoluş geliştiremeyen “Türk-tipi küçük burjuva” kalır elde.
Mümkünse Parisin, o olmazsa Londra’nın, o da olmazsa Berlin’in güya okumuş-yazmışlarının, bilimcilerinin, sanatçılarının, edebiyatçılarının, şairlerinin, ve biraz da siyasetçilerinin Anadolulaştırılmış bir tiyatrosudur Türk-tipi-küçük-burjuvanın hayatı. Kenar mahalleyle arasındaki mesafeyi, Paris taraflarından aparttığı bir sahneyle korumaya çalışmaktadır. Cumhuriyet’in yeni-şehirlileri, yeni semtlerin yepyeni apartman dairelerinin kullanılmayan misafir odalarına yerleştirdikleri oymalı koltuk takımı ve aslan ayaklı yemek masası marifetiyle müsamere etmektedirler hiç tanışmadıkları Paris seçkinlerinin hiç görmedikleri – ve orada ne yapıldığını bilmedikleri – salonlarını. Çocuklarının adam olması okumalarıyla mümkündür, başka hiçbir meziyet lazım gelmez. Eğer adam olacak erkek çocukları yoksa bari okumuş-ama-elinden-her-iş-gelir kadın olmasını münasip gördüğü kızlarından neşet etmiş jenerasyonlardır onların kenar mahalleli olmadığının, şehirli ve modern olduğunun, ama ille de aydın olduğunun alamet- farikası…
İçindekilerden çok dışındakilere tanıdıktır bu Türk-tipi küçük burjuva. Bir benlik geleneğinin takipçisi olmadığı gibi kurucusu da olamamıştır. Lakin benlik tıpkı bir Kant kategorisi gibi zorunludur. Bu nedenle bünyeler kendilerine – veya kendilerini – eklemleyebilecekleri benlik parçalarının peşine düşer. Bu öykü, eğer bir gün yazılabilirse, bu topraklarda yazılmış en muhteşem öykü olacaktır. Oğuz Atay, Şavkar Altınel’in dediği gibi, kendisi değildir. Çünkü Şavkar Altınel de kendisi değildir. Çünkü hiçbirimiz kendimiz değiliz.
Oğuz Atay’ın arkaplanı, belirli bir entelektüel seviyeyi aşarak akranlarından ayrışmış bir aydın azınlık değil çığ gibi büyümekte olan toplama benlikli Türk-tipi küçük burjuvadır. Oğuz Atay, daha 60lar’ın sonlarında kıyı yağmacılığı nedeniyle denize girecek sahil kalmadığını saptamıştır. Bugünü dünden görmüştür. Bir tür olarak disconnectus erectus bugün artık herkestir ve her yerdedir. Allan Megill, üç kuşak öncesinin filozof-peygamberlerinin kaderinin üçüncü kuşakta pop ikonu haline gelmek olduğunu söyler. Çünkü hayat o filozof-peygamberler söyledi diye yön almaz belki ama hayatın yönü o sözlerin bileşkesinin yönüdür daima. Ki tek tek insanlarda temellük ettiği, karşılık bulduğu için sen ben değil de o kişiler olabilmektedir filozof-peygamber.
Oğuz Atay’ın tutunamayanları bizim coğrafyamızda bugün artık çoğunluktur.
Nasıl mı?
Şavkar Altınel’den alıntıladığımız ilk parçayı şerh edelim:
Adamın biri marjinallikle ilgili bir kitap yazmış, çok satanlar arasına girmiş.
Altınel bu cümlesinin ironik bir saptama iletmesi gerektiğini düşünüyor. Hem marjinallikle ilgili bir mal olacak ortada hem de kapış kapış gidecek! Bu nasıl olur? Altınel’in bu saptaması, burada, marjinallik tanımının – diğer karakteristiklerin yanısıra – aynı zamanda sayıca az – pek az – olmayı da barındırdığı varsayımına dayanıyor. Bu nedenle şaşırmayanlara şaşırıyor:
Fıkrayı iyi anlatmadım galiba; koskoca salonda bir iki kişi dışında gülen yok. Bir de şöyle deneyeyim: Adamın biri, bazıları başkalarına benzemez, onlar gibi yaşayamaz, narin, hassas ‘tutunamayanlar’ olarak kalır diyen bir kitap yazıyor. Elli bin, yüz bin, yüz elli bin, üç yüz bin, beş yüz bin, bir milyon kişi, “İşte bizim hikâyemiz: Tutamayanlar BİZİZ!” deyip kitabı bağrına basıyor.
Altınel bir kez daha başkalarına benzememe, onlar gibi yaşayamama, narin, hassas “tutunamayanlar” olma halinin (marjinal olma halinin) bu denli yaygınlık ve kabul arz etmesinde gördüğü tuhaflığı bizimle paylaşmaya çalışıyor. Tutunamayanlar’ın ezberini, Tutunamayanlar cereyanına kapılmış yığınların marjinalliğin tanımındaki sayıca az olma karakterine aykırı bir kipte varolduklarını açığa çıkararak bozmaya girişiyor. Böylece ezberi bozulan “Atayist kitle” nihayet şeytanını da bulmak suretiyle dinini tamamlamış oluyor. Ben de sayelerinde mevzuya yeniden kafa yorabiliyorum.
Buraya kadar iyi, hoş; ancak açıklanması gereken henüz açıklanmadı; Şu “marjinal çoğunluk” olgusunu görünür kılacak bir açımlamaya ihtiyaç var hala ki hem Altınel’in şaşkınlığına azıcık su serpebilelim hem de tarifine mecbur olduğumuz kavramı tarif edebilelim.
Demek ki bir ezber daha bozmak gerek: Sayıca az, pek az olma karakteri, Türk-tipi marjinalliğin tarifinde yer bulabilir bir özellik değildir. Bu topraklarda marjinal kelimesi dikkatli kullanılmalı, “sayıca az olma” varsayımı bu kavramın oluşturucu unsurları arasından çıkarılmalıdır. Çünkü:
Bir toplum bir coğrafyayı terk edip başka bir coğrafyayı mesken tutarsa (veya bir kültür dairesinden başka bir kültür dairesine taşınırsa) önünde dört seçenek çıkar:
1. Taşındığı kültüre entegre olur (bütünleşir); zamanla kendi kültürüyle yenisi arasında bir sentez oluşturur ve yeni kültür dairesinin yerli unsuru haline gelir.
2. Taşındığı kültürü tarafından asimile edilir (benzeştirilir); kendi kültürünün göze görünür karakteristiklerini terk etmeye zorlanır, taşındığı kültürün karakteristiklerini anıştıran bir kılığa sokulur, ve yeni kültür dairesinin ikinci sınıf unsuru (genellikle hizmetçisi/uşağı/tetikçisi/pis-işlerini-görücüsü) haline gelir.
3. Taşındığı kültürden ayrışık kalır; kendi özgün kültürünü donma ve gelişmeme pahasına korur; yeni kültür dairesinin insan, eşya, ve değer unsurlarıyla asgari temas kurarak eski kültür dairesinin elde kalan kırık dökük malzemelerinden ibaret bir adacığın içine hapsolur.
4. Taşındığı kültüre entegre veya asimile olmadığı gibi kendi kültürünü de korumaz; her iki kültürün insan, eşya, ve değer unsurlarından uzak durur, marjinalleşir; yeni kültür dairesine teğet duran diğer marjinal unsurlardan biri haline gelir.
Bizim coğrafyamızın insanı ne entegre veya asimile olmuştur ne de kendi kültürünü korumuştur.* Marjinalleşmiştir, marjinalleşmektedir, ve marjinalleşmeye devam edecektir. Tutunamayanlar’ın – replikalarının değil, bizatihi özgün eserin – bir yerli dizi haline gelmesine dakikalar kalmıştır.
Bu basit model, bizim coğrafyamızda yazılmayı bekleyen en muhteşem öykü için kullanılabilecek pek çok modelden biridir. Doğru ya da yeterli olmayabilir. Yepyeni özgün modeller yaratılabilir. Ama model ne olursa olsun anlatılması gereken öykü değişmeyecektir: Ne eskisini sürdürebilen ne yenisine eklemlenebilen bir varoluş, benlik ediniş biçimidir bu. Şimdilik sadece ansiklopedicilikle hayatını sürdürebilmektedir.
Şu halde marjinallerle ilgili bir kitabın çok satması olağandır. Şaşırtıcı olan, bu kitaplardan pek az bulunmasıdır. Henüz öyküsü yazılmamış milyonların, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar‘ını, “Tutunamayanalar BİZİZ!” diyerek bağrına basması değil, basmaması tuhaf olurdu. Çünkü milyonlarca olsa bile bu insanlar yapayalnızdır. Dipdibe, altalta, üstüste, içiçe, yapış yapış bir-arada yaşamaları yalnızlıklarını gidermez. Çünkü bu kahir çoğunluk ola ola ansiklopedik olmuş ve bir türlü özgün olamamış benliklerle, yani ki benliksizlikle tutunmaya çalışır hayata. Bu nedenle dipdibe, altalta, üstüste, içiçe, ve yapış yapış bir-arada yaşar. Her birinin benliksizliğinin yek diğerinin benliksiziliği tarafından aynı anda hem onaylanmasına hem beslenmesine ihtiyacı vardır.
Oğuz Atay benliksiz bünyelere benliğin zorunluluğunu bildirmiş, benliksizliğin kaderini resmetmiş, ve kederini hepimizle paylaşmıştır. Tutunamayanlar da Bilig Tenüz gibi sığ ve yapaydır. Çünkü hepimiz aynı sığ ve yapay marjinallik gemisinin – rüzgarsız ve küreksiz – tutunamayanlarıyız.
Ekrem Düzen
____________________________________
*Coğrafyamızda öteden beri süregelen asimilasyon ve sterilizasyon süreçleri bu yazıya eklemlenemeyecek bir karmaşıklık arz eder. Burada, kendi içindeki meselelerin toplamından daha büyük bir değişim zorlamasıyla karşı karşıya kalan coğrafyamızın ortak kaderine gönderme yapılmaktadır.
Serinleyenler