Düşünce hayatımızın kaynakları, benliklerimizin enginliğinin, derinliğinin ölçüsüdür. Ancak elimizde düşünce hayatımızın kaynaklarını belirlemeye yarar araçlar bulunmakta mıdır? Coğrafyamızın düşünce hayatını, okur-yazar olan kişiler bir yana uzman kişinin bile izleyip tartışabileceği kapsamda çalışmalar yapılmış mıdır? Herhangi bir düşüncenin sadece siyasi bir araç olmakla, düşünce insanının da sadece bir siyasi düşünceye yandaş veya karşı olmakla var olabildiği bu coğrafyada düşünce hayatı üzerine yalınkat düşünmek başlıbaşına meseledir. Çünkü düşünce hayatımızı irdelemeye, siyasi bir davanın devamına hizmet edecek bir söylemle değil sorulması gereken soruları ortaya çıkarmakla başlamalıyız. Bu çabaya koşut yürümesi gereken iş ise bu soruları tartışacak zemini oluşturmak olmalıdır. Böyle yapmaz da her meseleye merhem olacak belagat sadr’etmeye veya kendi fikrimize intisap edecek diyakoz istihdam etmeye azmedersek ne düşündüğünü bilen insanlar olmaz, sadece iddia sahiplerinin yardakçılarından oluruz. Yardakçılık, düşünce ufkumuzu genişletmez; hepimizi aynı “bize bizden başka dost yok” kapanına kıstırır. Bu yolun yolcusu, hâmisinin inayetiyle, sefih bir hayat sürme imkânı bulabilir, lâkin sefahat kapanına kısılmaya rıza göstermiş kişi kapanın sefaletine de rıza göstermiş olacaktır.
O halde baştan başlayalım ve bu topraklardaki düşünce hayatının, bu coğrafyanın tarihsel ufuklarından ne şekilde nasiplenmekte olduğuna bakalım. Tıpkı nadir türlerin izlerini süren kâşifler gibi davranmalıyız. Çünkü bu topraklarda düşünce pek ender rastlanan ve genellikle görüldüğü yerde yok edilen bir faaliyet türüdür. Öyle ki yok edile edile bir yeraltı faaliyetine dönüşmüştür ve varlığından haberdar olmadığımız pek çok özelliği bulunmaktadır.
Doğu ile Batı’nın Karşılaşma Sahası
Yurt edinip üzerinde yaşadığımız, ekmeğini, meyvesini yediğimiz Diyar-ı Rum, sadece başlangıcı Tanzimat’la işaretlenen Batılılaşma avantürümüz süresince değil, tarihin çok eski zamanlarından beri Doğu ile Batı’nın karşılaşma sahnesi olagelmiştir. Bu karşılaşmalar hiçbir zaman “yoldan geçerken birbirine rast gelme” türünden masum tesadüfler değildir. Doğu ile Batı, bu coğrafyada, daima zorlu mücadelelerin müsebbip ve mümessil âmilleridir. Çoğunlukla toplu kıyımlarla sonuçlanan savaşlar halinde sürmekte olan bu mücadelenin izlerini bugün bu toprakların sadece bilinen ve bilinmeyen mezarlarında değil yaşayan insanların fikirlerinde, iddialarında, savunmalarında, seçimlerinde, günlük yaşamlarının her ahval ü şeraitinde sürmek mümkündür.
Ülkemiz yakın dönem düşünce hayatının bir değil iki eksenli olduğu mürekkebe bulaşmış her vatan evladının malumu. Buna karşın bu olguyu tarif etmek meselenin tabiatı itibarıyla pek müşkül. Ülkemizin geri kalmışlık göstergelerinden sayılan matbaanın güya üç yüz yıl gecikmesi ile bu toprakların ekonomik gücüyle orantılı olmayan külli eğitimsizliğimizi, Doğu ile Batı arasına sıkışmışlığımızı soruşturmadan anlamak mümkün değil. Matbaanın neden o kadar geciktiğini, eğitim meselesini nasıl olup da hiçbir devirde halledemediğimizi bilemeyişimiz gibi Doğu ile Batı arasına hangi ara sıkıştığımızı da üç yüz yıldır bilemiyoruz.
Neyse ki tarif, anlama uğraşının tek yordamı değil; gözümüzde canlandırma tekniğinden de yararlanabiliriz. Böylece bu olguyu – Şerif Mardin’in önerdiği “bir merkez ile çevresinin oluşturduğu daire” tezinden ilhamla – iki merkezli bir elips olarak tahayyül etmeyi deneyebiliriz. Bu elipsin biçimini, büyüklüğünü, merkezlerin birbirine mesafesini, ve izafi kuvvetlerini belirlemek derin ilim gerektirse de bu iki merkezli dinamik yapının, ülkemiz düşünce hayatının, yüksek tansiyonlu olduğunu söylemek için âlim olmaya gerek yok. Bu iki eksenin bulunduğu, görüldüğü, oluştuğu her an ve mekânda bu tansiyonun varlığını hissetmemek imkânsız. Dolayısıyla işin ilmi cihetlerini bunu hakkıyla yapacak erbabına bırakarak burada olgunun teknik muhtevasıyla değil tansiyonun tabiatıyla ilgilenmeye çalışacağız.
Sahadaki Tansiyon
Dünyanın herhangi bir noktasındaki herhangi bir düşünen kişi kendisini tüm dünya düşünce tarihini takipçisi sayabilir, insanların ürettiği düşünceleri bütünlüklü bir birikim olarak algılayabilir, ve bu birikimi insanlığın ortak malı addedebilir. İlk elde itiraz edilmesi anlamsız olabilecek denli evrensel, insancıl, ve barışcıl görünen bu anlayış, oysa, neyin varisi neyin murisi olduğumuz iyice incelendiğinde boş bir anlayıştır. Böyle düşünmekten hoşlanan kişiye şunu sormak isterim: Dünyanın ortak addedilen düşünce birikimine bir taş koymamış veya koyulmuş taşlardan kendisine bir kavram, bir değer, bir anlayış, velhasıl hayatında karşılığı olan bir fikir, bir his, bir biçim devşirmemiş bir entelijansiya, bu mirasın bir hayranı veya muhalifi olmaktan öteye geçebilir mi? Kişi, ne birikimin ne kendisinin üstüne eklemediği bir geleneğin sürdürücüsü veya takipçisi olabilir mi?
İşte sözünü ettiğim tansiyon oluştu bile: Benim bu soruma derhal itiraz edecek o ikiz eksen hemen şimdi kendisini gösterecek:
Eksenlerden birinin temsilcileri, eğer Doğu kavramını kategorik olarak pek Batılı bulurlarsa, Türk ve/veya İslam âleminin, yani “bizim”, dünya kültürüne, bilim sanat felsefesine ne kadar çok ve önemli katkılar yapmış olduğumuzu sıralayacak. Bazıları daha ileri giderek Batı uygarlığının tümüyle Türk-İslam kaynaklı olduğunu, dünyada adı anılmaya değer ne kadar faydalı eser, icat, teknik, teknoloji varsa hepsinin Doğu’dan, değilse İslam’dan, o da değilse Türklerden çalınmış olduğunu söyleyecek. İşi bu kadarla bırakmayıp Hıristiyanlıkla özdeş olmaktan asla ayrı düşünmediği zavallı Batı’nın bir bilim ve teknoloji çapulcusu olduğunu söyleyenlere de rastlanacak.
Diğer eksenin temsilcileri ise Doğu’nun mistisizm ve despotizminden dem vurarak Batı dünyasının teknobilim ve demokrasisiyle aramızdaki mesafenin kapanması için bu mistisizm-despotizmden ve mesul olduğu sığ, donuk, ve baskıcı cemiyet hayatından kurtulmak gerektiğini, bir an önce Batı ile tam entegrasyon sağlayabilmek için Batılı kurumları bünyemize ve bünyemizi de batılı kurumlara yerleştirmek zorunda olduğumuzu iddia edecek. Evrensel insanlık aleminde yerimizi bu şekilde alacağımıza inanmaya, inandırmaya çalışacak. Bu eksenin ileri gelenleri ve ileri gidenleri, Doğu’nun ilim ve siyasetinin başlangıcından bugüne hiç evrilmediğini, bu evrimsiz dünyanın Batı’ya yenik düşmeye daha baştan mahkûm olduğunu, bir gün tüm dünyanın istese de istemese de Batılılaşmak zorunda kalacağını söyleyecek. Daha azgınları Doğu’ya ait ne varsa, kendinden önceki Batıcıların her nasılsa müzelik ettikleri hariç, içkin olarak aşağı olduğunu yüksek sesle söylemekten utanmayacak.
Lakin dilimizde kelimesi yoksa da hayatımızın derinlerine işlerken hiçbir engelle karşılaşmamış kavramların başında gelir ironi: Benliğimizin tahribatı ve Batı karşısında boynumuzun bükülmesiyle sonuçlanan her musibetin mümessili olarak Tanzimat, İttihat-Terakki, ve Cumhuriyet üçlüsünü gören zihniyet ile şimdiye kadar benliğimizi geliştirmek ve muassır medeniyet seviyesine ulaşmak yolunda her ne yaptıysak bu üçlü sayesinde yapmış olduğumuzu iddia eden zihniyetin çığlığı bir ve ortaktır: Geri kaldık ve belimizi doğrultamıyoruz! Ve her iki eksenin de bu saptamaya ilişkin teorileri aynı: Sizin yüzünüzden!
Demek ki en azından geri kalmış ve belimizi doğrultamıyor olduğumuz konusunda anlaşabiliyoruz. Anlaşamadığımız nokta, kimin suçlu olduğu. Peki bu birbirini suçlayan düşman ikizlerin yekdiğeri ötekinin isnad ettiği suçu kabul etse ne olacak? Mazimizin mutlak ihtişam ve kemalinden başı dönmüş propagandist şuaranın mısralarında mündemiç ati mi çıkaracak bizi muassır medeniyet seviyesinin üzerine? Yoksa kendi tarihini fütuhat ve şeriat ötesinde algılamayı reddederek anakronikleştiren Boğaziçi’nin ‘monşerleri’ mi ileriye taşıyacak kozmopolit ama her nasılsa “saf ve temiz” kalması gereken benliğimizi? Osmanlı’nın, Türk’ün, ve umum İslam kaynaklarının hangi yaratıcı gelenekleri sağlayacak parçacık fiziği deneyleri merkezinin mesela Ankara olmasını? Cumhuriyet ve umum Batı’nın hangi yaratıcı gelenekleri sağlayacak Istanbul’un kendi benliğimizin aynası kabiliyetinde bir şehre benzemesini?
Dünyaya anlamlı bir düşünce, ilim, veya sanat eseri bırakamayışımızın suçlusunu bulup cezasını infaz ettiğimizde geri kalanlarımız kolları sıvayıp şehirlerimizin köylerimizin tüm çirkin binalarını yıkıp yerine bir üslup, bir anlayış, bir estetik barındıran yenilerini yapacak mı? Yoksa memleketin her bucağı Sovyet banliyölerinden beter toplu konut projeleriyle donatılmaya devam mı olunacak? Batıcılara göre Doğucular, Doğuculara göre Batıcılar ayıklanınca geri kalanlarımız bilim, sanat, felsefe, teknoloji üreten mektepler kuracak mı? Yoksa öğretmenleri insan gibi ve öğretmen gibi yaşatmaya yetecek kadar mali gücümüz, kaynağımız olmadığı yalanını söylemeye devam mı edecek?
Bu iki eksenden hangisi bana eleştirel düşünme, özgün sanatsal ifade, özgür inanç, veya yaratıcı eylem vaat ediyor? Hangi eksen Türk’ün Türk’e propagandasının ötesine geçerek Dünya’nın geri kalanıyla red, inkâr, veya teslimiyet dışında bir irtibat kuruyor? Hangi eksen muhalifini yok etme azmi dışında bir birlikte yaşama, gelişme, ve büyüme motivasyonu taşıyor?
Sahayı Hazırlama Soruları
Bizim ülkemizde tam bu noktada sahadaki karşılaşmanın bir çarpışmaya dönüşmesi beklenir. Çünkü tarafların ayet-i kerime gibi inandığı doğruları vardır ve sırf öteki zındıklar bu kelam-ı hakkın gereğini ifa etmedikleri için biz geri kalmaya mahkûm olup belimizi doğrultamamaktayızdır. Yani ki mesele iman meselesidir: Hepimiz aynı düstura iman etsek ertesi gün fezayı fethe çıkabilir, Anadolulu Aynştaynlar yetiştirebilir, köylerimizi İsviçre Alpleri’ne dönüştürebilir, okyanus diplerine Harun-ür Reşid’i kıskandıracak Bağdatlar inşa edebilir, Diyar-ı Küfr’ü küfürden döndürebilir, Necef Çöllerini İrem Bağları’na çevirebiliriz.
Ve böylece sorulması gereken sorular bir kez daha üç yüz yıllık bir uykuya dalar.
Nedir bu uykuya dalmış sorular?
Bu ülkenin tarihi boyunca sayıca az, kuvvetçe cılız da olsa her dönemde belirli bir çeşitlilikte var olmayı sürdüren entelijansiya Dünya’da olup bitenleri, kendisini, başkalarını, ve başka yaşamları hangi arzulara, hangi hedeflere, hangi birikimlere, hangi kanaatlere, hangi kavramlara başvurarak algılıyor ve anlamlandırıyor?
Bu ülkenin düşünen insanları, bu ülkenin tarihsel kültür-coğrafyasıyla ne kadar tanışık? Ve bu kültür coğrafyasının hangi unsurlarını bizzat kendi benliğinde barındırmakta? Ve bu kültür-coğrafyasının ne kadarını oluşturup ne kadarını şu an itibarıyle inşa etmekte? Ve bunun ne kadarının farkında veya ne miktar bir farkındalıkla icra etmekte? Ve bütün bunların önemine ilişkin önemli/anlamlı ne söylemekte?
Düşünce atalarım kimler? Aristo, Eflatun, Sipinoza, ve Kant mı? Dekart gerçekten benim düşünce dünyamı biçimlendirmiş bir zihin midir? Yoksa Farabi, İbn-i Sina, ve İbn-i Haldun’dan mi ilham alıyorum? İmam Gazali ile İbn-i Rüşt arasındaki çekişmeden haberim var mı yoksa ikisi de İslam’dır deyip panteon dokunulmazları arasında saymaya devam mı ediyorum? İbn-i Arabi’nin yazmış olduğu başlık sayısı miktarınca sayfaya gözüm değmiş midir? Titreyip kendime dönmeye kalksam İlyada ve Odiseya destanlarında kendimden ne bulabilirim? Amor ve Psyche’nin hikâyesi bana ne hissettirir? Kâhin Apollon benim geleceğimden de haber verir mi? İskender-i Zülkarneyn veya Zaloğlu Rüstem bana benimle ilgili ne söyler? Hayatımın herhangi bir noktasında Dedem Korkut’tan bir iz, Alper Tunga’dan bir cüz bulabilir miyim? Hoca Nasreddin, Hacivat ile Karagöz, ve yanlarında Keloğlan TRT’nin çiğneye çiğneye tükürülecek kıvama getirdiği birer folklorik unsur olmanın ötesinde benim benliğimin yapıtaşları arasında mıdır? Dilimden düşürmediğim Yunus’tan, Mevlana’dan bir harf öğrenmişliğim, bir hemze nasiplenmişliğim var mıdır?
Henüz Kemal Tahir’i özümsememişken ve kendimde nereye koyacağımı bilemezken ve her iki eksenin temsilcileri de kendisini sahiplenmeyi pek tehlikeli bulurken Shakespeare’i evimin neresine oturtacağım? Veya Kemal Tahir’i bu toprakların Shakespeare’i addeden Halit Refiğ’i ağırlamaya çalışırken kafadan Türk kahvesi pişirebilecek miyim, yoksa başka bir çeşit coffee teklif etmediğim için görgüsüz, kaba, cahil mi addedileceğim? Bir kısım güzide entelijansiyamızın Oğuz Atay’da “aydın sorunsalı” Ahmet Hamdi Tanpınar’da “nerede durduğuna karar verememiş huzursuz bir ruh” Orhan Pamuk’ta “kitaplarını İngilizce’ye kolay çevrilebilecek şekilde yazıyor” dışında kayda değer bir unsur bulamamış olması ne ile izah edilmeli? “Bizden roman da romancı da çıkmaz!” demeye getirenler Don Kişot’u ve Ulysses’i hatmetmiş oldukları için mi yoksa kapağını açmayı göze alamamış oldukları için mi bu kadar pervasızca üfürebilmektedir?
Düşünce Sahası: Siyaset Davası
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Çoğaltmalıyız. Ve tüm bu soruların ortak sorusuna varmaya cesaret göstermeliyiz: Ülkemizde gerçek bir düşünce hayatı var mıdır? Var ise bu hayatın emareleri nelerdir? Bu fikri hayatın kaynaklarını nerede aramalıyız?
Araştırma sorularına zemin olabilecek ön-saptamalar neler olabilir? Bizim ülkemizde düşünce hayatı Batı ile kafa kafaya geldiğimiz andan geriye gitmez. Neresinden toplasanız üç yüz yıldan fazla etmeyen bir düşünce hayatıdır bu ve sadece bu kafa kafaya gelmenin hesaplaşmasından ibarettir. Bu hesaplaşmanın ötesinde ne bir bilgi üretme geleneğimiz vardır ne de sanatlarımızı ilerletme kaygımız. Şimdi ideolojik ihtiyaçtan sahiplendiğimiz Horasan ve Endülüs uluları bizden Kuşçi,nin, Lagari’nin, Hezarfen’in, Takiyüddin’in hesabını sormaya kalksa gözümüzü yerden kaldıracak yüzümüz olmaz. Yine ideolojik ihtiyaçtan sahiplendiğimiz Bedrettin ve yiğitleri bizden Ermeni taş ustalarının, Rum mimarların, Süryani bezemecilerin, Kürt dokumacıların hesabını sormaya kalksa “yiğidin kılıcı” diyerek inkâra sarılmaktan başka çaremiz kalmaz.
Bu ülkede düşünce hayatının içinde şurada burada kendini gösteren ve güya insanlığın ortak mirası addedilen atalar ve eserleri ancak muhaliflerimizin boynuna ilmek geçirmemize yardımcı olduğu ölçüde tanınmış, bilinmiş, benimsenmiştir. Bu, eşi görülmemiş bir riyakârlıktır. Düşünce hayatında bile çapulla geçindiğimizin delilidir. Bizim düşünce dünyamız, Batılı olma gayreti içinde ve Batı kavramlarıyla ülkesini tahlile çalışan yerli oryantalistler ile Batı’ya teslim olmamayı yegâne gaye edinen ve bu uğurda kutsalı da alet ederek insanı hiçe saymayı meşrulaştırmış ve böylece kendisi dâhil herkesi güçsüz düşürmüş mutlakıyetçi oryantallerin yekdiğerine galebe çalma davasıdır.
‘Düşünce hayatı’ olarak kendi kendimize yutturmaya çalıştığımız bu dava bir siyaset davasıdır. Düşünce hayatına ait olması gereken gelenekler, okullar, hocalar, öğrenciler, dersler, sohbetler, yazılar, tezler, teoriler, deneyler, denemeler yoktur ortada. Oryantalist veya oryantal kavramların dışında bizi bizimle irtibatlandıracak bir kavram henüz üretilmemiştir. Kullandığımız bütün kavramlar ithaldir, başka başka dillerdendir, içi boşaltılmıştır, sığlaştırılmıştır, sözlükteki ilk anlamları dışındaki anlamları bilinmemekte, tanınmamakta, anılmamakta, araştırılmamaktadır. Bu yazıda kullanmak zorunda kaldığım ve aşığı olduğum dil bile bir hercümerçtir, keşmekeştir, bir anomalidir.
Ve en nihayet bu yazıyı okuyanların bazıları, beni araştıran soran biri olarak görmeyecek, bu iki eksenden birinin adamı olarak algılayacaktır. Benim kendi ideolojimi aralara gizlice serpiştirdiğimi zekâsı ve feraseti sayesinde fark edecektir. Velev ki hulus-i kalp ile baksa beni ya kendisine ya ötekine yakın bir yere konumlamaktan imtina edemeyecektir.
Biz henüz kendi düşünce sarmalımıza, bu sarmalın genetik şifresini deşifre edecek bir mesafeden bakmaya uzağız. Kendimizin gerçekte neye benzediğini bilmeyi samimiyetle ve cesaretle arzu etmediğimiz sürece bizi başkaları bilmeye devam edecek. Ve biz kendimizi, bizi bilenin bize olduğumuzu söylediği şey zannedeceğiz.
Serinleyenler