Yasal ama Sakıncalı Örgüt
Örgüt kavramı ile terör kavramının eş anlamlı hale gelmesi 12 Eylül faşizminin, toplumun neredeyse bütün kesimleri tarafından benimsenmiş ve içe sindirilmiş “kazanımları” arasındadır. En iyi bilinen örneği, çocuğunu okula, hele de üniversiteye gönderen orta sınıf anne-babanın “aman yavrum sakın kimselere bulaşma” yakarışıdır. Rica ile emir arasında duran bu uyarı, taze üniversiteliye sadece en tırıvırı toplaşmalardan değil toplaşılıyormuş gibi görünebilecek herhangi bir “tesadüfen yanyana gelme” halinden bile ayrı durmayı öğütler. Bebekliğinden beri kötü arkadaşlardan uzak tutulmuş genç, üniversiteye adım atmasıyla birlikte sadece kötü arkadaşlara karşı değil nihayet arkadaşlığın kötülüğüne karşı da bir refleks geliştirir: Referansı ne kadar kuvvetli olursa olsun yeni tanıştığı birinin elini sıkarken bütün bedenini geriye doğru atar, bir gözü elini sıktığı kişinin nemenem bir şeytan olduğunu anlamaya çalışırken diğer gözü acil çıkış kapılarını arar.
Örgüt ve terör kavramlarının fırsattan istifade üstüste giydirilmiş özdeşliği, cılız doğup zayıf da olsa büyümeye çalışan sosyal politikaların, faşistalaturka politikalar elinde ezilmesini kolaylaştırdı, hızlandırdı. 1960 darbesinin yavrusu 1961 anayasası, yine bir yanlış hesap sonucu, toplumsal örgütlenmenin kurumsal yollarını hazırlamıştı. Üçüncü Dünya’nın, Ortadoğu’nun, ve Akdeniz’in bütün anakronizmini barındırsa da bazı yönleriyle hala hak temelinde ve hukuk ekseninde gelişen bu kurumsal örgütlenmeler, 1980 darbesine dek, halkın sosyal politikalar üzerinde söz sahibi olabileceği zeminler haline gelebildi. 1961 anayasa yazıcılarının bu oluşumu yüksek bir bilinçle tasarlamış olmaları ihtimal dahilinde değil. Daha çok, öngörülmeyen sonuçlar [unintended consequences] sınıfına girecek bir toplumsal açılım olarak anlaşılabilecek bir süreç bu. Kazara açılmış bu fırsat penceresini ülkecek çok kötü kullandığımızı söylemeye gerek yok. Neye niyet neye kısmet çarkıfeleğinin dümen suyuna yatmış ülkemizde, alışmadık örgütlenmede sosyal politika durmadı. Darbe ürünü bir anayasanın açtığı bu yol, örgütlenmenin bir anarşi ve terör faaliyeti olarak algılanmasıyla ve bu algının pazarlanmasıyla sonuçlandı. Bu algının sadece örgütlere şeytan muamelesi yapan devlet katında değil bizatihi örgütlerin kendi içlerinde de yer bulabilmiş olması esef vericidir. Fakat kadim örgütlenme becerisiyle övünmeye pek meraklı derin devlet ve onun sığ şakşakçıları, örgütlenmenin yol açabileceği sakıncaların yine örgütlenme marifetiyle giderileceği anlayışına eremedi. Bugün de erebilmiş değil. 12 Eylül faşizmi ve yavrusu 1982 anayasası, kurunun yanında yaşı yakmakla kalmadı, yaş körpe ne varsa işkencehanelerinde kurutup kurutup yaktı. O günden bu güne hiçbir iktidar bu kurutup yakma teknolojisinin sarhoşluğundan kendisini alamadı. Kehanet lazım ise bu nektarı içmeyi reddedip sarhoşluk zilletinden kendini kurtarmaya azmedecek bir babayiğidin zuhuru yakın değil. Öyle 2023’e falan yetişmez.
Sosyal politikanın faşist politika elinde göz göre göre nasıl ezildiğine akıl erdirmek için alim olmaya gerek yok. Devletin sosyal hayata doğrudan ve dolaylı müdahalesi, hayatlarımızın her ilmeğine baca kurumu gibi sinmiştir ve isleyip bulaşmadık bir nokta bırakmamıştır. Üstelik bu alaturkafaşist politika tebdil edilip bize sosyal politika niyetine yutturulmaktadır. Bu parodi, güzel coğrafyamızın öteden beri “yasal ama sakıncalı” adıyla bilinen meydanlarında sergilenedurmaktadır. Bu meydanlar siyasinin, bürokratın, askerin, polisin, yargıcın, öğretmenin, hocanın, imamın, patronun, müdürün, her çeşit amirciğin, hatta ustabaşı ile bekçinin velhasıl kendine bir makam mevki bulunca başımıza alikıranbaşkesen kesilen cümle ikbal-ü-istikbal sahibinin işine gelince öyle gelmeyince böyle oynadığı, biz abraş tabakasını da aynı makama göre oynattığı meydanlardır.
Mesela ortalama bir üniversite öğrencisi, üniversitesine, her haliyle yasal çerçevede mesela bir bilim insanını, bir düşünce kişisini, bir yazarı, bir şairi, ama ille de bir müzisyeni, bir tiyatro kumpanyasını, bir dansçıyı – önüne dikilen her türlü kırtasiye zorluğunu tertemiz aştığı halde – bir türlü getirtemez. Veya, basitçe, kendi çalıp kendi söylediği bir faaliyeti gerçekleştiremez. Çünkü işbaşındaki idareci kendi sakıncasızlar listesi dışındakilere ıslık bile çaldırmaz. Lütfederse “sakıncalı” bulduğunu bildirir. Genellikle lütfetmez ve hiçbir şey söylemez. Sakıncalı bulduğunu söylediği nadir anlarda ise bunun ardından bir açıklama gelmez. Ayağa çıkıp bu kadarını söylemiştir ya, bu teresler daha neyin açıklamasını isterler! Bizdeki amircik silsilesinin huzurda el bağlayıp izin kopartmaya çalışan ayaktakımının gözüne bakmayışı, kibrinden çok, yediği haltı pekala bilmesindendir.
Eğer ki bu öğrenci arkadaşımız, ister bu keyfi uygulamalara karşı çıkmak ister sadece haksızlığa karşı ses çıkarmak için diğer öğrenci arkadaşlarıyla bir araya gelip topluca hareket etmeye, güzel türkçemizdeki tabiriyle “örgütlenmeye” kalkışacak olursa idareci silsilesi bu kalkışmaya kafadan hazırlıklıdır. Omurilikten şöyle derler: “Üniversitelerimizde yasal öğrenci örgütlenmelerinin nasıl kurulup işletileceği kanunla, yönetmelikle belirlenmiştir; buyurun buna göre ne örgütlenecekseniz örgütlenin.” Satır arasında ise satırın kendisinden daha iri ve parlak harflerle şu yazılıdır: “Elbette örgütlenmemek sizin için daha hayırlıdır!”
Ne diyor kanun, yönetmelik? Şöyle diyor: “Sınıflar sınıf temsilcisi, sınıf temsilcileri bölüm temsilcisi, bölüm temsilcileri fakülte temsilcisi, fakülte temsilcileri de okul temsilcisi seçer; işbu okul temsilcisi yönetimin bazı toplantılarına katılabilir, görüş bildirebilir, lakin – elbette – oy hakkı yoktur.”
Ne güzel işte. Varmış örgütlenme hakkı. Oy hakkı yoksa bile görüş belirtilebiliyormuş. Bu da az şey mi canım! Boşuna bağrışıyorlarmış sesimizi duyuramıyoruz diye!
Yönetmelik kadirşinaslığı elbette bir örgütlenme modeli önermiyor. Örgütlenecek olanlar nasıl örgütleneceklerini kendileri belirlemediği sürece hiçbir toplanma biçimi bir örgütlenmeye karşılık gelmez. Bir örgütü örgüt yapan yöntemidir. Başkasının talimatıyla bir araya gelmiş kişilerin örgütü o kişilerin değil, talimatçının örgütüdür. Olup biten Türk tipi müşfik faşistin cici çocuklara, yaldıza bulanmış tenekeden örgüt ihsan etmesidir.
Biçare üniversitelinin giriştiği sıradan bir sosyal faaliyete taş koymayı yöneticilik addettiği halde, bana, “bunlar münferit vakalardır, biz öyle yapmıyoruz” sigasıyla haddimi bildirmeye yeltenecek emir-komuta silsilesine peşin cevabım şudur: Boşa kostaklanmayınız, kostak değilsiniz! Taksitli izahat arzu eden olursa kendilerini izleyen paragraflara davet ediyorum.
‘Münferit’ Teknolojisi
“Yasal ama sakıncalı” meydanların idarecileri, sakıncalının niye sakıncalı olduğunu hiç umursamamış değnekçilerdir. İşleri, yasal olanı hayata geçirmek değil, sakıncalı olanı hayata geçirmemektir. Çünkü, sakıncalı olanı hayata geçirdiklerinde başlarına gelecek bela, yasal olanı hayata geçirmediklerinde başlarına gelecek beladan katbekat fazladır. Kendilerinden bir üstte bulunan değnekçiye yaranamazlarsa onları koruyup kollayacak herhangi bir yasa yoktur. Böyle bir talepleri de yoktur. Çünkü bağlı bulundukları bir nizam, adı zikredilmeyen bir örgütlenme vardır birbirlerine iliştikleri. Bu, kendi gibi değnekçi namzeti ihvanlar örgütlenmesidir. İşleri ‘bizbize’ yürütmenin yolu yordamı varken ortalığı bulandırmanın alemi nedir! Bu gerçeği bizden gizlemeye ihtiyaç duymazlar ama kendilerinden gizlemek zorundadırlar. İnsan pislettiği elini ağzına götürdükten sonra bu iğrençliği birilerinin üzerinden temize çekmezse ettiği haltın hesabını kendisine veremez. Özüne saygısını izzet-ikbal karşılığı satmış değnekçi, vatan millet donuna boyanmış bir çeşit esvabı ne pahasına olursa olsun üstüne geçirmelidir ki bu satışı öz-saygı niyetine yutabilsin. Sıradan faşizm budur. Bir sonraki aşama “toplu psikoz”dur. Meraklısına Nazi Almanyası tarihinin Wikipedia maddesi kadarı ziyadesiyle yeter.
[Ömrüm vefa ederse işbu yukarıdaki paragrafı şerh etmek için kendime not: En alttaki somak sıyırıcıdan en yukarıdaki kantarcıya kadar bütün değnekçilerin meselesi tamamen kişiseldir. O kadar kişiseldir ki kendi meselelerini bütün bir coğrafyanın gelmiş geçmiş bütün halklarının ölüm kalım meselesi haline getirirler. Oysa Demokrasi, kişisel meselesi olan değnekçilerin siyasette söz sahibi olmalarını önleme ve kamunun meselesini, örgütlü kamu marifetiyle siyaset etme kültürüdür.]
“Münferit vaka” bizim ülkemizde son derece sistematik işletilen bir müessesedir. Öyle olmasa “yasal ama sakıncalı” diye işleme konmayan başvuruları kılıflamanın imkanı ortadan kalkar. Buna bir de “yasal değil ama biz yaptık oldu” vakalarını eklersek “münferit vaka” teknolojisinin ne denli gelişkin bir ilmin ürünü olduğu daha iyi anlaşılır. Güzel ülkemizin Dünya bilim-sanat-felsefe birikimine kattığı bu “münferit vaka” teknolojisiyle kuantum fizikçileri bile yarışamaz. Karakol dayağını bütün ülke seyrederken bu münferit vakada asıl suçlu dayak yiyen olur. Yakmalı boğmalı katliamlar zamanaşımına uğrar, failler el ovuşturarak ikbal apartmanlarının üst katlarına yerleşmeye devam ederken kurbanların aileleri biber gazla, copla, yerde sürüklenmeyle dağıtılır.
“Yasal değil ama biz yaptık oldu” cümbüşünü başka bir fasla bırakıp “yasal ama sakıncalı” kısmıyla işimizi bitirmeye çalışalım: “Münferit vaka” teknolojisi bütün değnekçi silsilesine “keyfi yönetim” imkanlarını sonuna kadar açar. “Biz öyle yapmıyoruz!” itirazı bile “biz cömertin önde gideniyiz” büyüklenmesidir. Yani bu, “istesek yaparız ama o kadar civanmertiz ki tenezzül etmiyoruz” demektir ve hiçbir şekilde “kardeşim yasa bu, tabii ki yasa ne diyorsa onu yapmak bizim işimiz, biz burada hizmet görüyoruz” demek değildir.
“Münferit vaka” bu ülkede yönetimin esas dayanağıdır. Bu teknoloji olmasa bizim ülkemizde herhangi bir kademede yöneticilik yapanlar bir saksı fesleğen bile yetiştiremezler. Bu ileri teknolojidir ki sebilhaneye ibrikçibaşı olamayacak bilgi, görgü, akıl, fikir, feraset seviyesindeki şahısların mühim makam ve mevkilerde vatan millet memleket hizmeti yapabilmelerine, mektep medresede ders verebilmelerine, ve hatta babıalide köşe tutabilmelerine elverir. Yöneticilerimizin sadece ve sadece yasaklamakla iş görebilmeleri buradan ileri gelir. Çünkü amirinden tırsmak ve “münferit vaka” raporu yazmak dışında hiçbir yönetim becerisine sahip olmaları gerekmez.
Örneğimizden örnek verecek olursak, üniversitesinde yasal faaliyetini gönlünce gerçekleştiremeyen genç, haddini aşıp ileri gider de kendi bildiği gibi örgütlenmeye kalkarsa şu üç halden biri gelir başına:
1. Doğrudan veya dolaylı terörist faaliyette bulunmak veya bulunmaya teşebbüs etmekten tutuklanır.
2. Disiplin yönetmeliğinin bilmemhangi maddesine göre – hakikatte, mevcut disiplinci değnekçinin meşrebine göre – süreli veya süresiz okuldan uzaklaştırma alır.
3. O gün alicenaplığı üzerinde olan bir başdeğnekçi tarafından “yapılanın münferit bir hadise olduğu, üzerinde fazla durulmaması gerektiği, aman canım başka faaliyet mi yok, e siz de işte onu değil de bunu yapıverseniz” abası altından yukarıdaki ilk iki seçenek sopaları gösterilmek suretiyle usulca huzurdan kışkışlanır.
İşbu haller ülkemizde alelade vukuattandır. Örgütlenmeye her kalkışan, karşısında değnekçiden başka rol modeli göremeye göremeye en nihayet kendisi de değnekçiye özenir. Değnekçiliğin hiçbir biçimini kendisine yakıştıramayan ise fiilen marjinalleşmiştir. Geriye kalan tek ‘meşru’ seçenek, kurumsal-olmayan örgütlenmeler halinde orta sınıfın ‘kitsch’ yaşam alanlarını genişletmektir. Ve işte coğrafyamızın bütün renklerinin solmaya başladığı nokta tam burasıdır.
Kurumsal-olmayan Örgüt
Her toplumsal örgütün kurumsal kimlikli, yönetim kurullu, kayıt altına alınmış adresli, telefonlu, kartvizitli örgüt olması gerekmez. Ham toplumsal eğilimlerle kurumsal kimlikli örgütler arasında, eğilim sahiplerinin eğilimlerinin somut yapılar ve işleyiş biçimleri olarak ifadesini bulduğu başka iş görme kipleri bulunur. Örgütlenme, eğilimin talep haline dönüştüğü yerde ortaya çıkar. Örgüt yoksa talep de yoktur. Toplumsal eğilimlerin somut hedeflere yönelmiş dinamik süreçler haline geldiği fakat henüz kurumsal bir örgütlenmeyle ifadesini bulmadığı hallerde ise kurumsal-olmayan örgütlenmelerden söz etmek gerekir. [Örgütlenme diyalektiği notu: eğilimler örgütlülüğü, örgütlülük eğilimleri etkiler. Hayata geçme düzleminde, örgüt yoksa talep de yoktur.]
İmdi, ham toplumsal eğilimler kümesinde yer alan ihtiyaçların örgütlenerek toplumsal talep haline dönüşme sürecine bir örnek arz etmeye çalışalım: Bu örnekte dershane-üniversite sarmalının örgütlenmeyle ilişkisine bakıyoruz:
Dershanelerin sağlıksız bir eğitim anlayışının ürünü olduğunu açık açık onaylamayacak kişilerin çoğu, dershanecilikten değil de eğitim bakanlıkçılığından geçinenler arasında bulunur. Makul ortalama (böyle bir derece hala kaldıysa), dershanelerin kötürüm bir eğitim bünyesinin koltuk değneği olduğunda hemfikir olsa gerektir. Lakin karar alma sıralarında oturanlardan kimse çıkıp da “yahu biz düzgün bir eğitim-öğretim programı geliştiremeyecek kadar aciz miyiz, niye bu sakat sisteme kendimizi mahkum ediyoruz” dememektedir.
Eğitim düzeneğinin baştan yamukluğu sadece görüş birliğiyle belirlenemez elbette. Nesnel ölçütlere başvurmak gerekir. O ölçütlerden biri, halkımızın dershanelere ödediği para miktarıdır. Bu miktarın, bakanlıkçılık bütçesinin ne kadarına denk geldiğini söyleyebilen varsa buyursun! Demek ki ülkemizde bir değil iki eğitim organizasyonu (=örgütü) var. Bu örgütlerden biri devlet örgütü olarak diğeri sivil toplum hareketi olarak maslahatı idare ediyorlar.
Demek ki “eğitim için yeterli para yok” mızıldanmaları külliyen yalandır. İşte size örgütlü hareketin gücü! Dershanelere bakanlık bütçesi kadar (belki daha fazla) parayı cebinden veren halkımız (ki bakanlık bütçesi de aynı halkımın aynı cebinden çıkan paralardan oluşmaktadır) sistemin bu şekilde sürmesinden esas itibarıyla şikayet etmemektedir. Şikayet gibi görünen sızlanmalar – bir kez daha – herkesin yediği haltı bilip bunu başkasının üstünden temize çekmeye çalışmasından başka bir şey değildir.
Dershane, düpedüz örgütlü bir hareketin ürünüdür. Halkım aynı maksat için iki kere para ödemektedir. Üç ödeyen, dört ödeyen de az değildir. Bunu yaparken dili, dini, mezhebi, meşrebi, kavmi, ve sair özellikleri her ne olursa olsun dershaneye para yetiştirme mertebesine gelen her aile bu örgüte doğal üye olmaktadır. Başka zeminlerde birbirinin gırtlağını kesmeye yeminli bütün toplum kesimleri dershanecilikte birleşivermiştir. Şunlar şu dershaneye bunlar bu dershaneye gidiyor olabilirler. Bu geçici bir teferruattır. Kalıcı olan ise bu örgüte üyelik parasına sahip olan herkesin anında örgüte katılıyor ve katılacak olmasıdır.
Bu örgütün maksadı, genç aile ferdinin üniversiteye kapağı atmasıdır. Ama hangi üniversiteye? İlim irfan işlerinin kovalandığı bir “özgür düşünce, özgür çalışma, özgür yaratma, özgür üretme” ortamına mı yoksa bunca dershane yatırımının karşılığının alınacağı bir meslek kursuna mı?
Cevap belli. Ülkemizde, son derece heterojen fakat çapı çok küçük bir azınlığın dışında ilim irfan yuvası evsafında üniversiteye talep yoktur. Meslek kurslarına talep vardır. Yani dershaneden sonra bunun “yükseğine” talep vardır. Örgüt, iş başındandır. Dershane mezunları bir de “yüksek dershane” mezunu olacak, mümkünse yüksek maaşlı, değilse düşük maaşlı, ama ille de maaşlı işlere gireceklerdir. Böylece orta sınıf ailenin cici çocuğu etliye sütlüye bulaşmadan kendini kurtaracaktır. Bu egoistler cumhuriyeti, vatana millete hayırlı evlat türküsünü kendi çalıp kendi oynayacaktır.
Memleketimin orta sınıf çekirdeğimsi ailesinin kurumsal-olmayan sivil örgütlenmeleri, istek ve ihtiyaçlarını dershane ve yüksek dershane olarak, apartman ve plaza olarak, duble karayolu ve aveme olarak, yazlık ve her şey dahil tatil paketi olarak, otomobil ve trafik keşmekeşi olarak, evinde son model elektrikli süpürge ve sokağında (ki o sokak hiç sahiplenilmemiştir) toplan(a)mayan çöpler olarak, tarihi eserlerin üstüne otel ve ormanların içine turizm tesisleri olarak pekala hayata geçirebilmektedir. Bunları hayata geçirebilmek için bir yerine iki ödeme yapmakta, bir yerine iki hayat harcamaktadır. Örgütüne sadıktır. Malını canını ortaya koymuştur. Örgütlü gücünü kullanmakta, oyunu kime vereceğini bilmektedir.
“Dershaneperver Aileler Birliği” bu ülkedeki en köklü, en yaygın sivil toplum örgütlenmelerinden biridir. Derinlemesine incelenmelidir. İncelemiş olanlar hayrını görmüştür. Batı tipi her bir kırtasiye işlemi tamamlanmış adresi belli kurumsal bir çatısının bulunmaması bu birliğin örgüt olma niteliğine halel getirmez. Örgütlenme için fikir homojenliği gerekli değildir. Asgari müştereklerde uzlaşmak yeterlidir. Bireylerin birbirleriyle kişisel düzlemlerde iyi geçinmeleri veya canciğerkuzusarması olmaları da gerekmez. Ne istediğini bilmek, başka kimlerin benzer şeyler istediğine kulak vermek, benzer derdin sahibiyle işin olurunu kovalamak, kapı yöntemi işe yaramadığında baca yöntemine geçecek esnekliği gösterebilmek yeterlidir. Bu kadarını yapabilirseniz kurumsal örgütlenmeye ihtiyacınız kalmaz. Sizin gibilerin kimler olduğunu oturup kalkışından, giyim kuşamından, kaşık tutuşundan, çocuğuna bağırışından, az önce bağırdığı çocuğunun yanağını okşayışından tanırsınız. Ve anlarsınız ki aynı kayıktasınız. Arıza şeridini kendine yol belleyen ahlaksızlar, örneğin, çok benzer bir örgütlenmenin sadık üyeleridir.
Orta sınıfı tarif eden istekler ile bu istekleri tarif eden orta sınıfın karşılıklı oluşturduğu bu manzume, asgari müşterek salıncağında devşirilip hayata geçirilmektedir. Bu nedenle ülkemizdeki en büyük sivil toplum örgütleri kurumsal yapılanması olmayan örgütlerdir. Bu örgütler zahmet edip bir de kurumsal çatı kurma yoluna henüz gitmemişlerdir. Maazallah gitmeye kalktıkları gün bu ülkenin kırıntı ölçüsündeki uygarlık potansiyelinden geriye müzelik kadar olsun yaratıcı akıl kalmayacaktır.
Kurumsal Örgütlenmenin Erken Ketlenmesi
Sonuçta, üniversitedeyken kendi ihtiyaçlarının farkına varacak örgütlenmeler içinde yer alamayan, dolayısıyla örgütlenmenin hiçbir türünü öğrenemeyen genç insan, mezuniyet sonrası içine yuvarlandığı medar-ı maişet girdabında, orta sınıfın kendisine hazırladığı kurumsal-olmayan sivil toplum örgütüne kitleler halinde katılacaktır. Tüketim nesneleri arasından kesesine göre alışveriş yapmayı “özgür seçim” addedecektir. Az bir kısmı derinlerde biryerlerde “bu işin içinde bi enayilik var ama..” diye sezinlemeye devam edecek velakin ezici çoğunluk “e n’apalım kardeş, ekmek parası” milli marşı eşliğinde ‘ev, araba, bir de yazlık birşey’ üçlemesinin peşine düşecektir. İstiklal Caddesi’ne çıktığında “yahu burası da amma kalabalık” diye homurdanacak, kendisinin o kalabalığı oluşturan bir unsur olduğuna hiç aymayacaktır. O kalabalıkta, bastığı taşın küçük bir kasaba meydanında olsa yine yakışmayacak kertede bozuk ve adi olduğunu algılamayacak, önceden daha güzeli varken çirkiniyle değiştiren belediyeye değil altına tuzak suyu biriken orta sınıf taşa, kendi ayağına, kör talihine küfredecektir.
Kurumsal-olmayan örgüt, ‘örgüt ve terör’ özdeşleştirmesinden ve bu algıya dayalı bütün engellemelerden muaftır. Varlığı somut organlarla değil de mahalli müteahhit yaratıcılığıyla birbirine asimetrik eklemlenmiş süreçler ve işlevlerle çalışan bu örgüt, doğası gereği örgüsüz bir örgütlenme biçimidir (organsız bir organizasyondur) ve kendi başına kapsamlı bir münferit alan oluşturur. Bu nedenle hiçbir düzlemde devlet değnekçilerinin münferit engellerine takılmaz – çizgilerini belirginleştirip değnekçilerin sopasına kafa atmaya kalkışmadığı sürece!
Kurumsal Örgütsüzlük
Bu yazı, gelişmemiş kafaların yönetime gelmeyi hayal edemeyecekleri coğrafyalarda yazılacak bir yazı değildir. O coğrafyalarda kazara böyle bir yaz yazılmış olsa kimse zahmet edip okumaz. Burada bastıra bastıra yazılmasının sebebi, memleketim meselelerinin sebepleriyle, sonuçlarıyla, ve çözümleriyle çok iyi biliniyor olduğu halde hiçbir sonuç doğurmayışını, bir ahlanıp vahlanma değil bir soru sorma vesilesi yapabilmektir.
Kaldırım işgalinden arıza şeridi ihlaline, zorunlu eğitim hizmetlerinden TÜBİTAK/TÜBA bilim kurullarına, Kürt meselesinden Anayasa’ya, Kıbrıs’tan AB’ye, 2B arazilerinden SİT alanlarına, dolmuş zulmünden toplu taşıma rezaletlerine, şehirlerin betonlaştırılmasından kırların kıraçlaştırılmasına, GDO’dan mısır şurubuna, HES’lerden nükleer santrallere, sendikasızlaştırmadan iş güvenliği|iş güvencesine, telefon sapığı tacirlerden (ve telefon sapığı tacirlerin baş koruyucusunun bizatihi devletin kendisi olmasından) reklam işkencelerine, dershanelerden üniversitelere büyüklü küçüklü ne kadar kangren meselemiz varsa bunların cümlesinin tahlili defalarca yapılmıştır ve son derece akılcı, barışçı, etkili, ve ekonomik çözümler ortaya konmuştur.
Demem o ki bu ülkedeki zihinsel-fikirsel-entelektüel faaliyet hiç de hafife almaya gelmez. Mesele, sorunların tahlil edilemiyor veya çözümlerin geliştirilemiyor olması değildir. Mesele, tahlil ve çözüm üretenlerin örgütlenmiyor, örgütlenemiyor olmasındadır.
Lakin örgütsüzlük, ilk izlenimin aksine, halledici bir cevap oluşturmamaktadır.
İşaret ettiğimiz meselelerin çözülmeyiş sebebi olarak örgütsüzlüğü öne sürersek bir bilinmeyeni başka bir bilinmeyenle açıklamaya kalkışmış oluruz. Başka türlü söyleyecek olursak, örgütsüzlük ancak bir “ara sebep” olabilir. Çünkü ha deyince örgütlenmek mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla örgütlenme de diğer başlıklar gibi tahlil edilmesi ve çözüm geliştirilmesi gereken bir meseledir. Örgütlenmeyi bir ara sebep yapan ise aynı anda birden fazla alanda yaratabileceği iyileştirme, geliştirme, çoğaltma potansiyelidir. Bir alanda başarılan bir örgütlenme, yolunu açacağı yöntem kültürü nedeniyle, aynı anda birden fazla alanda çözümün anahtarı haline gelir. Bu nedenle örgütlenme meselesinin tahlil düzeyi ile örgütlenme gerektiren tematik bir meselenin (mesela dershane-üniversite meselesinin) tahlil düzeyi farklı olmak zorundadır.
Can alıcı soru, çözüm sahibi insanların niçin kurumsal örgütlenme gerçekleştiremediğidir. Bu nedenle, örgütsüzlük bir cevap değil bir soru olarak ele alınmalıdır. Başka soruların cevabı gibi duran bu ara sebep kendi başına kapsamlı bir sorudur.
Dershaneperver Aileler Birliği, taleplerini gerçekleştirmenin fiziksel, sosyal, siyasal, ekonomik, ve insani koşullarını – idari organlar oluşturmaksızın – gerçekleştirebiliyorken bu işlerin kitabını yazmış kişiler nasıl oluyor da numunelik bir üniversite, vazgeçtim, araştırma enstitüsü, ondan da vazgeçtim, bir dernek kuramıyor? [NOT: Doğru soru şu olmalı: Nasıl oluyor da kitlesel bir siyasi parti kuramıyor?]
Dershane sisteminin akıl dışılığına bakıp saçını başını yolanlar nasıl bir alternatif öneriyor?
Öğrenci örgütlenmelerinin demokratik bir hak olduğuna inananlar öğrencilerle nasıl bir dayanışma stratejisi tahayyül ediyor?
Dershaneden daha pahalı ve daha berbat anaokulu-kreş sisteminin yıkıcılığı kimin umurunda ve kim bu konuda örneğin iş dünyasını da paydaş etmeyi göze alıyor?
Dershane-üniversite meselesi, örgütlenme gerektiren hallerin tematik örneklerinden biridir sadece. Saçmalığı gün gibi açık olduğu için yazımızda zikredilmektedir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Çoğaltmalıyız. Ancak kendimize sık sık esas derdin ne olduğunu hatırlatmalıyız: Örgütlenme her şeyden önce bir yöntem meselesidir. Örgütlenecek bireyler evvelemirde ne maksatla ve hangi yordamla bir araya gelecekleri üzerinde fikir ve gönül uzlaşması sağlamanın maddi ve manevi koşullarını sağlamayı kafaya koymamışlarsa bireylerin kakafonik feveranları birer talep haline dönüşmez. Örgüt yoksa talep de yoktur. Şu halde örgüt ve terör özdeşleştirmesini faşistalaturka devletin değnekçi kafasından önce kendi berrak zihninde temize çekmeye kim niyetlidir?
Kimler kurumsal örgütlenememektedir?
Sanılır ki bir kez bu cevap verilince, bunun altının ne ile doldurulacağı hemen açığa çıkar. Oysa bu soru ancak ve ancak alt-sorularına ayrıştırıldığı zaman araştırılabilir bir soru haline gelebilir.
Kurumsal-olmayan örgütlenmeler, tüketim ekonomisi mekanizmalarıyla elele kolkola pek çok antidemokratik eğilimi ve isteği yüksek sesle dile getirip talepler halinde ortaya koyup hayata geçirirken hazır demokrasi paketlerini bile hayat geçirmek üzere örgütlenemeyen bireyler kimin hangi engeline takılmaktadır?
Kurumsal örgütlenmeleri hayata geçiremeyenler, devlet engellemeleri yüzünden mi bir araya gelememektedir yoksa bir araya gelemedikleri için mi devlet engellemelerine takılmaktadır? Sıkışık zaviyelerde örgütlenmesi gerekenlerin her kafadan ayrı bir feryat eyleme dışında işe koyulmama halleri bir devlet engeli midir?
Araştırılabilir sorular hazırlama çabası devam edecek…
Ekrem Düzen
Visual: http://fyelpaso.tumblr.com/
Serinleyenler